17 Eylül 2011 Cumartesi

İçimizdeki Şeytan - Sabahattin ALİ

Sabahattin Ali'yle tanıştıktan sonra devam etmemek imkansızdı. Belki öyküler yaratıcı gelmeyebilir ve karakterlerin hisleri biraz abartılı gelebilir çoğu kişiye,zaten onun en kuvvetli yanı bana göre, kareleri müthiş gerçeklikte ve detayda, detayı verirken de kamerayla bir kaç açıdan hem dışarıdaki görsel kritik şeyleri hem de karakterlerin içlerindeki evin vaziyetini harkulâde anlatabilmesidir. Okumamdan çok uzun zaman geçti ama aynı hisleri " Dokuzuncu Hariciye Koğuşu" için de hissetmiştim.

Önce vapurda Ömer Macide'yi görüp, hayatının kadını olduğunu, havadan kafasına taş düşmüş gibi büyük bir şok etkisiyle farkediyor.
Durumu açmaya başlıyo sonra yazar, Balıkesir'de başlatıyor yeniden hikayeyi, bir kızı anlatıyor, Macide'yi. Lise hayatını, okulu, müziğe ilgisini teşvik eden öğretmen Bedri'yi (romanın asıl kahramanı, iyilik ve aydınlık timsali insan), liseden sonra akrabasının yanına İstanbul'a konservatuar okumaya gidişini anlatıyor ve kim, neden, nerde gibi sorulara kabaca ama gayet oturmuş vaziyette vakıf oluyoruz.. Giderek bozulan ekonomik durumlar söz konusu her çatıda, bu romanda önemli karakterlerin hepsi kırk kanaat geçiniyor. Herkes kendini minimum bir parça olsun kandırıyor.
Ve Ömer şimdi çıkıyor asıl sahneye (beni Ömer isminden soğuttu resmen), kızı allem ediyor kallem ediyor tavlıyor, kızımız da sağolsun eve hesap verme endişesini hiç duymadan fellik fellik geziyor, üstelik artık yetim kalmış ve yaşadığı akraba evinde bir fazlalık gibi görülmeye başlamışken. Zaten ne oluyorsa bundan sonra oluyor...
Basiretsizlik, maymun iştahlılık, evlilik müessesinin gerektirdiği ihtimamı  gösterememe, bunalım falan derken, Macide acayip bir mengenenin içinde sıkışıyor babam sıkışıyor. Bir de Ömer'in etrafında "şeytan" ı dürten sürüyle ahbabı da var tabi.
Sürekli bir sorgulama haline giriyor herkes, yaptıklarını, nedenlerini, yapması gerekenleri, geleceği, her şeyi her şeyi sorgulamaya başlıyorlar.  Daha fazla detay vermeden, kitaptan seçtiğim bir kaç pasajı paylaşmak isterim:

     " "Tükürdüm gözlerimi ağzımdan boncuk gibi" mısraı üzerinde hepsi de ahmak olmayan şu bir sürü insan, ciddi ciddi münakaşa ediyor ve bu şair, kendi büyüklüğüne kendi de inanarak, minnettar gözlerle onlara bakıyor. Halbuki yüzüne dikkat etsen, ruhunun iç taraflarında nasıl külçe halinde bir yalanın saklı olduğunu görürsün. En korkunç yalan da budur.: Kendimize karşı bile kullanacak kadar pençesine düştüğümüz, bu derin ve gizli yalandır. "


   " Mesela Mehmet beyle asla Mehmet bey olarak konuşmaya imkan bulamazsın. Siyasetten bahsedecek olsan karşında şu Fransız gazetesinin veya bu diktatörün nutkunu bulursun... Müzik lafı açsan bilmem hangi gâvurun kitabı veya hangi müslümanın makalesiyle karşılaşırsın... Beğendiği yemeyi söylerken bile Mehmet bey değildir. Mühim adamların nasıl yemekleri beğenmesi lazım geldiğini düşünmeden bir şey diyemez. Çok kere iki lafı birbirini tutmamak mecburiyetindedir. Çünkü edebiyat hakkında duyup veya okuyup benimsedikleri şu müellifin fikirleri ise, tesadüfen,  müzik hakkındaki bilgileri de, dünya görüşü ve sanat anlayışı itibariyle ona taban tabana zıt bir  başka muharrirden edinmedir. 
...
Çünkü hiç birinde fikirler ve bilgiler şahsiyet haline gelmemiştir. Hiçbiri ukalalık etmek için malzeme toplamaktan başka bir şey düşünmemiştir. Hiçbiri insanı insan yapan şeyin şahsiyet olduğunu, bütün ilimlerin, bütün tecrübelerin bunu temine yaradığını anlamamıştır."


Genel olarak da "içimizde şeytan meytan yok, biz işlediğimiz kabahatleri, iradesizliğimizi ve tembelliğimizi yüzümüze vuramadığımız için böyle riyakar bir perdenin arkasına saklanıyoruz, kendimize de yalan söylüyoruz" diyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder