28 Eylül 2011 Çarşamba

bugün

  • Betonarme projemi dikkatlice ilk defa inceledim. 
  • Staj defterimi yarıladım
  • Annemle babam resmen boşandı
  • Çay içme rekoru kırdım
  • İlk defa kapuska yaptık (çok güzel oldu)
  • Bilgisayarımın kulaklığının bir tarafı bozuldu, fazladan bir tane kulaklığım vardı ama bulamıyorum. Sadece tek kulağın işitebilmesi korkunç bir şey.
  • Balyajın ne kadar pahalı olduğunu bir kere daha farkettim. para ürkütücü ama güzel.

TURŞU

Evet bunu yaptık. Pazara gittik, turşuluk malzemeleri aldık ki 4 levent pazarı bu konuda gayet yetersizdi. Okula bu poşetlerle giriş yaptık. Sirkeler kaya tuzları falan eveeeeet.
Yurda da böyle girdik, ve hiç vakit kaybetmeden kolları sıvadık. Elbette bu ilk deneyimimiz olduğundan  mütevellit bir takım aksilikler olmadı değil. Bir kaç tabak çanak kırdık. Ve zafere giden yolda her şey mübahtır  da demedik yani, her yerel duygularla donanmış Türk kızı gibi "nazar çıktı nazar" dedik :)



Efenim, ben karışık turşu yaptım. Şöyle ki, kırmızı biberi halka halka doğradım, turşuluk salatalıkları yıkadım, tatlı ve acı biberlerimi yıkadım, hemen yanımda lahana turşusu yapan arkadaşımın  haşladığı lahanalardan da azcık çaldım. 2 baş sarımsak soydum, acurları da yıkadım. Bu saydığım turşuluk sebzeleri kavanoza yerleştirdim sıkı sıkı. Sonra neredeyse yarısına kadar dolacak şekilde üzüm sirkesi koydum içine, geri kalan boşlukları da bir kapta ayrıca hazırladığım su ve kaya tuzu karışımıyla doldurdum. Su tuz oranına gelince tamamen içgüdüsel hareket ettim. Bir kere suyun çözebildiğinden daha fazla tuz koydum, bu kesin. Garanti olsun diye, en üstüne de katı katı tuzları koydum. Kavanozu kapamadan elbette kereviz yapraklarını unutmadım (en sevdiğim). Turşular bizi utandırmasın diye de epey bir dua ettik yaparken. Güzel sözler söyledik tutsun diye. Kavanozun kapağını kapayınca bir süre ters çevirip beklettik, sirkeyle tuzlu su karışsın diyerekten. Şimdi de turşuları düşünmeden edemiyoruz. Acaba nasıl olcak diye çatlıyoruz meraktan. Açınca yine yazarım.

24 Eylül 2011 Cumartesi

emrah serbest'ten seçmeler

“Aslında o kadar da önemli biri olmadığımızı anladığımızda neden üzülüyoruz ki?” diye sormuştu o gece. “Bunun temel bir aydınlanma anı olması gerekmez mi? Hepimizi önemli insanlar olduğumuza inandırdılar. Sonra da çekip gittiler.”
                                                                                                               ("mütevazı hakikatler"den)
                                                                                                                                                             insan ziyan olmak için yaratılmıştır
Bir isteğimiz karşılandığında mutlu olmayız. Geçici bir mutluluk yanılsaması yaşarız. Bir istek her zaman başka bir isteği doğurur. Sırada ne olduğunu asla bilemeden, kör isteklerin peşinde manasızca yürüyoruz. Hedef, amaç, vizyon, kariyer. Bu manasız yürüyüşte bizi teselli etmek için uydurulmuş kelimeler. Schopenhauer çok basit bir şey anlattı. Dünyaya hoş geldiniz orospu çocukları dedi. İnsan ziyan olmak için yaratılmıştır. (Belki de bu yüzden geç anlaşıldı. Kant harıl harıl okunurken onun başyapıtı İrade ve Tasarım Olarak Dünya, iki yüz adet sattı. Çünkü insan zihni basit şeylerden ziyade komplike şeyleri anlamaya müsait.) Her neyse. Şunu anlattı Schopenhauer: İnsan düşünenden ziyade isteyen bir varlıktır ve isteklerinin sonu asla gelmez. Aklıyla bir dünya kurmuştur ama onu yöneten bedenidir. Kant’ın dediği gibi aklı değil. Beden de kör bir iradeye tabidir. Bu iradenin de nereden gelip nereye gittiğini asla bilemezsin.
Joshua Ferris’in Bilinmeyen romanı da bunu anlatıyor. Bir avukat durup dururken yürümeye başlıyor. Her şeyi bırakıyor ve sadece yürüyor, yorulduğu yerde uyuyor. Bedeni aklını ele geçirmiş, kör bir iradenin peşine takılmış yürüyor. Nereden geliyor bu yürüme dürtüsü, bilinmiyor.
Bir istek başka bir isteği doğuracaksa ve biz sonunda hep mutsuz olacaksak neden istemeye devam ediyoruz. Bilinmiyor. Geçen gece sokakta bekledim. Kar altında, kapalı kapılar önünde, saatlerce. Köpekler geldi beni ısırdı. Neden? Bilinmiyor. Koltés bir oyununda, “Hayır diyen insan hâlâ biraz mutludur,” diyordu. Ne demek istediğini yeni anlıyorum. 
Mutluluk bir vazgeçiştir ve çok ender rastlanan bir ruh dinginliğidir.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
İnsan en az üç kişidir. Kendisi, olmak istediği kişi ve aradaki farkta yaşayan üçüncü. En sahicisi de bu üçüncüdür. Olmak istediğin kişiden kendini çıkardığında, aradaki farkta yaşayan kişidir en çok sana benzeyen. Ne kendin kadar huzursuz ne de olmak istediğin kişi kadar hayalidir o. Yine bu yüzden iki insanın birbirine âşık olması en az altı kişi arasında geçen bir hadisedir. Hangi kişiliğinin hangi kişiliğe, hangi parçanın hangi parçaya özlem duyduğunu çözemediğinde, içmeyi unuttuğun sigara parmaklarını yakana kadar karşı duvara bakarsın    
                                                                            ("kapanış konuşması"ndan)                                                                                                                                                                             

23 Eylül 2011 Cuma

bana acayip gelen isimler listesi

Öncelikle duyduğumda bu yorumu kimsenin suratına yapamamak çok acı. Hakaretamiz olmak istemem elbette, sadece bazısı sırf söylenişi yüzünden, bazısı anlam bakımından, aşağıda sıraladığım/sıralayacağım isimler bana hep garip gelmiştir. Çocuklara isim koyarken biraz daha düşünmeli arkadaşım, özellikle o çocuğun geleceğini de lütfen:

1-     Özet (neyin?)
2-     Hıncal (neyin?)
3-     Rehber  :))
4-     Börçen (aslında karlar kraliçesi demekmiş, bana sadece söyleniş açısından hoş gelmiyor)
5-     Tamam
6-     Kutsal
7-     Kaynak :)) 
8-     Çisem (çişim der gibi geliyor işte napıyım!)
9-     Gökbüke (söylenişi de çok zor)
10-   Güçal
11-   Özen (kime?)
12-   Bedel (neyin?) :((
13-  Onaycan
14 - Alpagut
15 - Şansım
16 - Kalbiye
17-Orosgül
 (çok aradım nedir bu diye; orus: baht, saadet demekmiş.Ordan esinlendiler herhalde. ama böyle talih de olmaz olsun kardeş!)
18- Yarra 
19- Polen =) (endoplazmik retukulum)
20- Yıldır
21-Ün 

... güncellenecek 

22 Eylül 2011 Perşembe

Ispanaklı Gül Böreği


4. Levent pazarında yufkaları görünce dayanamadık 5 tane sardırdık.
1 kilo da ıspanak aldık
Ama 750 gramını kullandık ıspanağın.
Güzelce yıkadık, başlarını kesip doğradık geniş bir kaba.
Biraz tuzla ovduk. Sulandı haicm azaldı. Çok mıncırılırsa küçülür, erir, dikkat.
O 750 gram ıspanağa 3 baş soğan doğradık küp küp.
1 diş sarımsak rendeledik.
Bol kırmızı pul biber kattık.
Karabiberi de unutmadık.
 Sonra her yufkayı biz 8 parçaya böldük Minik minik çok lezzetli oluyor çünkü.
Mini fırının iki tepsisine de yağlı kağıt koyduk yapışmasın diye.
Bir kaba da süt ve yağ karışımı hazırladık (tamamen göz kararıydı)
Bu karışımı böldüğümüz her yufkanın içine fırçayla sürmek için yaptık.
Karışımı sürdüğümüz yufkalara harcı da ilave ettik.
 Çok bol şekilde yuvarlayıp sonra da bir ucunu içine çevirip döndürerek güle benzettik
Tüm yufkalar bitince artan sütlü karışımın üstüne bir yumurta kırdık
Onu da böreklerin üstüne sürdük.
Önceden 100 derece ısınan fırına iki tepsiyi de koyduk
Sonra 170 dereceye ayarladık fırını
Bizim fırın sadece üstten ısıttığı için arada alttakini üste üsttekini alta geçirerek bir kaç posta uğraştık. Başında bekledik.
Sonra da yumulduk, acayip leziz oldu valla!

21 Eylül 2011 Çarşamba

bugün

Bugüne kadar nasıl yazım yanlışlıkları arasında kaldığımı word sayesinde staj defterimi yazarken acı biçimde fark ettim. (nasıl cümle bu)
Misalen ben ;

* Klavuz yazıyordum, KILAVUZ muş
*Döküman yazıyordum DOKÜMAN mış
*Misalen yazıyorum ısrarla, galiba MİSAL OLARAK yazmamı istiyor, onda net bir sonuca varamadım henüz.
*Makina yazınca otomatik olarak MAKİNE ye çeviriyor
*Hakediş yazıyorum HAKKEDİŞ olcak diyor, ama bundan kıllandım, yanlış olabilir, tdk da yazmıyor ikisi de garip biçimde

18 Eylül 2011 Pazar

Philadelphia (1993)

Tom Hanks'i (Andrew)  izlemeyeli de epey olmuştu.
Yönetmen : Jonathan Demme
Senarist : Ron Nyswaner
Film konu itibariyle oldukça dikkat çekici. Homoseksüel ilişkileri yüzünden AIDS kapmış başarılı bir avukatın işten çıkarılmasını yetersizliğine değil hastalığının öğrenilmesine bağlayarak durumu mahkemeye taşımasını anlatıyor.
AIDS hastalığına ve özellikle homoseksüelliğe olan bakış açısına yoğun olarak dokunan film oldukça etkileyebiliyor insanı.
Şirket, hastaneden kazara virüs kapan bir çalışanlarıın işten çıkarılmamasıyla da karşılaştırarak Andrew'ın içine düştüğü durumun tamamen kendi sapkın zevklerinin sonucu ve suçu olduğunu, ve zaten şirket ortaklarının bu durumdan haberdar olmadan onu işten çıkarttıklarını savundular.
Eğer AIDS yüzünden kovulduysa yasa Andrew'ün yanında olacaktı, tek mesele jüriyi ikna etmekti.
Bu Amerika'nın jüri olayına hepimiz hastayız heralde, her durumda varlar mı bilmiyorum, acaba sadece %100 kanıtlanamayan durumlarda mı devreye giriyorlar? Hakim orda "moderatör" olarak mı takılıyor hep? Ve asıl merakım bizde olsa nasıl olurdu? Yani bizde bir jüri olsa mesela ünlü Münevver Karabulut cinayeti duruşmasında nasıl değişiklik olurdu/ olur muydu? Bizde tüm yükü hakim sırtlanıyor galiba.
Neyse şimdiye kadar hiç canlı canlı mahkeme görmemiş ve hukukla ancak boşanma seviyesinde ufak tefek bilgi sahibi biri olarak bu iş kendi kör kuyumda eşelenmek galiba.

17 Eylül 2011 Cumartesi

Marley & Me (2008)

Açıkçası bir köpeğin ana karakter olduğu bir filmi en son izlediğimde haftasonu çocuk kuşağında köpeğin o kahramanlıktan bu kahramanlığa koştuğu birşeye daha fazla tahammül edilemeyeceğini anlamıştım ve dediğim gibi  o sonuncusuydu. Bir Bethowen serisi kadar bile değildi.
Böyle bir film çıkınca karşısına insanın işte tüm o sıradışı öyküleri aklımdan geçirmeden edemedim.
Ama Marley & Me çok gerçekti. Benim bir gerçek takıntım var evet, buna uymalı beğenmem için. Marley kahraman değildi, sadece bir köpekti. Her köpeğin yaşattığı sorunları yaşattı. 
İtiraf etmeliyim, bazen sahiplerinin tüm mobilyalarını perişan etmesi, hatta resmen evin içine etmesi, ve tüm bunlara rağmen onu hala çok sevmeleri biraz vıcık vıcık gelmedi değil. Hele zavallı kadının iki bakıma fazlaca muhtaç çocuğun arasında köpeğin devamlı düzeni bozması üzerine hoşgörüsünün tükendiği o sahnelerde ben olsam kesin vururdum o köpeği. Hatta ben ilk çocuğumun karnımda ölü olduğunu duysam kesinlikle ve kesinlike bunu bir köpekle aynı evde yaşamaya bağlar, onu derhal kapı dışarı ederdim. Klozetten su içen köpek gidip bunların ağzını burnunu yalıyordu yaa. Aynı yatakta yatıyordu. Çok fazla mikrobik değil mi? Gerçek olsaydı bunlar "herhalde bağışıklık kazanmışlar" derdim.Neyse "ben olsaydım " üzerinden gitmiyor tabi film ama kendimi onların yerine koymadan da edemedim. İşte bu gibi daha birçok sebep yüzünden ev içinde asla ama asla köpek beslemek istemem.
Filmde önce seyirciyi köpeğin yaramazlıklarıyla gerdiler böyle, tam zirveye tırmanmıştı, "kurşuna dizin bunu" demiştik, sonra ani bir U dönüşü yapıp duygularımızla oynadılar, her seferinde daha mükemmel bir eve sahip oldular. Kadın birbirinden şirin tam 3 çocuk sahibi oldu, havuzlu sahne mutluluğun simgesiydi adeta, nirvanaydı nirvana.
Sonra çanlar çalmaya başladı, yıllar hafif hafif geçti, köpecik yaşlandı ve sonunda öldü. Ölüm bölümünü bizi de öldürene kadar uzattılar,müzikler, ağlamalar, veterine gidip gelmeler, ölecek ama o dayanıklıdır belki ölmezler falan. Şimdi dışardan bakınca kullanıldığımı hissediyorum ama filmi izlerken boğazım düğüm düğüm gözlerim yaş yaş oldu:(
Ancak annenin yıllar geçmesine rağmen dün gibi aynı kalması çok amatörceydi, az biraz olsun, biraz kilo almış gibi, az biraz saçını değiştirmiş gibi yapabilirlerdi.
Uyarıyorum: Aileyle izlendiğinde eve bir köpek alma hevesine boğabilir, hele de çoluk çocukla seyredilirse çok tehlikeli, aman

Run Lola Run (1998)

Sanırım farkında olmadan hep yazdıklarını çeken yönetmenlerden gitmişim film seçimimde. Belki en güzeller onların arasından çıkıyordur.
Neyse senarist ve yönetmen Tom Tykwer bu filmde.
"Olmadı  baştan!" öğretisiyle çıkmaza dönen hikayeyi baştan alıp farklı yollara saparak deneme filmi.
Kızımız Lola çok zor durumdaki sevgilisi Manni'ye 20 dk içinde 100,000 Mark bulup getiremezse Manni'yi öldürülecek ya da  Manni bir süper markete silahlı soygun yapacaktır. Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık vaziyetidir. İlk akla gelen yol denenir, kız vurulur. Baştan alınır ve başka yol denenir, bu sefer Manni'yi ambulans çiğner. Son versiyonda acayip güzel bir kumarhane sahnesi vardır bu sefer ikisinin de şansı açıktır.Güzel şeyler olur.
Animasyonları 90'ların çizgi film piyasasına paralel güzellikte gitmekte, kızın bu koşuşturma da rastladığı kişilerin hayatının nasıl şekillendiğini gösteren kareler ise insanı kopartmaktadır. Ben bebekli kadının hikayelerine bayıldım.

Rembetiko (1983)

Kostas Ferris'in yazıp yönettiği bu film önce müziklerine aşık olup sonra fellik fellik arayıp bulamadığım, nihayetinde kavuştuktan sonra izlemekteki ısrarırımda ne kadar haklı olduğumu bana ispatlamıştır.
Efenim bu film 1919-1956 yılları arasını yani Yunan ulusunun en karışık dönemlerini ve bu dönemlerdeki Parya'ların müziğini Rembetikoyu baz alır.
Giriş yazısını aktarmam gerekirse;

 Anadolu'nun batı kıyılarından göç eden yaklaşık bir milyon Yunanlı mülteci, Yunanistan'ın alt kısımlarında kentsel bir sosyal düzen içinde yaşamak durumundadırlar.
 Ancak bir sınır yaşamı kabul edilen, Pire'ye has bir üslupla ve komşuları Limanın  ilk paryaları olan bir yaşam tarzına dahil olurlar. 1930 ve 40'lardaki bu aşırı kalabalık, ekonomik ve politik açıdan fakir şartlarda, Rembetiko müzik türünün popülerliği doruğuna çıkmıştır.
 Yunanistan'da Rembetiko her zaman paryaların müziği olarak bilinmiştir. Bu filmde anlatılan zaman Yunan tarihinde 1919 ila 1956 yılları arasını kapsamaktadır. Bu zaman dilimi tüm Yunan ulusu için dengesiz ve büyük bir geçiş dönemidir. 
 1922'de düşman Türkiye'ye karşı girişilen bir askeri harekat   Yunanlıların İzmir Felaketi adını verdikleri olayla sonuçlanmıştır.
Bir kere baştan belirteyim bu film sadece ve sadece müzikleri için bile izlenir, örnek olarak:

Nostaljik şeylere olan fazlaca ilgim bilmek ve merak arsızlığından geliyor galiba. Bayılıyorum böyle filmlere.
Efenim videoda şarkıyı söyleyen kişi Marika, ana karakterimiz. Elinde kemerle dayak atan onun babası, çok trajik biçimde düşen de anası, düşerken, orda bir taş var kafasını ona çarpıp ölüyor, Marika'nın koruyucusu ise Yorgo. Marika da büyüyüp güzelleşince şarkı söylemeye başlıyor annesi gibi. Bu filmdeki bütün kadınlar sahne çalışanlarıydı. Genelde hepsi depresyon takılıyordu, intihar edenler, delirenler, birbirinin ayağını kaydırmaya çalışanlar, neler neler. Zaten yaşamları da ülkeleri gibi çok çalkantılı. Başta I. Dünya Savaşı, I. Dünya Savaşı'nın sonlarında onların "İzmir Felaketi" diye andıkları bizimse "Yunanı denize döküşümüz" olarak bilinen İzmir'in kurtuluşu, tam toparlanacaklar bir de II. Dünya Savaşı, Alman işgali falan derken, Yunanlılar hep çalkantıda ve epey göç vermişler dışarıya. 
Marika'nın aşk hayatı da ülkenin vaziyeti gibi çalkantılı, bir sihirbazdan olan kızına bakamayıp, önce Yorgo'nun annesine yıktı, sonra da yatılı okula gönderdi. Kızcağız telef oldu. Marika'nın ise aşık olduğu adamlarla düzenli bir ilişkisi asla olamadı. Filmde kimin eli kimin cebinde belli değildi, bir tren durumu söz konusuydu gayet.
 Filmin sonu da kendi gibi trajikti tabi ki. 
Romanlardan sonra cenazede enstruman çalıp oynayan ikinci millet benim bu gördüğüm, çok şekerdi doğrusu. Gerçekten Rebetler arasında böyle adetler var mıydı merak ediyorum. 
Bu "bana ne" dedirten bir yorum olsa da söylemeden yapamıycığım, filmdeki en tatlı karakter Babis'ti işte.







Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali

 Yıllar boyu duyup duyup bir türlü tanışamadığım yazardı Sabahattin Ali. Biraz kurcaladım kitapları hakkında yorumları falan, Ekşisözlük'te Kürk Mantolu Madonna başlığı altında :



"insanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.

....hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. insanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden herşeyi bırakıp kaçarlar.


 ...muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ancak birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gidecekti. bir ruh ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu... biz ancak o zaman sahiden yaşamaya -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. o zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için, herşeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu"

bu pasajları okuyunca karar verdim almaya. 


Olan biten benim aşağıda bahsetmeye çalıştığım gibi düz ve klasik başlamıyor. Önce dışarıdan bir baktırıp sonra içine alıyor, o yüzden başlarda "hani kürk hani manto?" soruları gelebilir, bunlar mümkün.

Raif Bey, esas oğlan,  kendi çevresinden biraz farklı, içine kapanık, hırstan uzak ama bir yandan da çok iş becerir olması gerek birisi. Savaş zamanının adamı ve imkanları mevcut. İşi öğrenme uğruna yurt dışına çıkması, orada yaşadıkları, amacından uzaklaşması  O'na rastlaması ve onunla yaşadıkları. Hayatının şeklinin nasıl oluştuğunu yazıyor bir bir.


Zaten Sabahattin Ali'nin anlatımıyla insan üçün üzeri bir boyutta film izliyor gibi. Tabi bence. Yani sadece görüntü yok, verdiği güçlü anlatım beni bizzat Raif Bey yaptı okurken. O kadar diyorum yani, çok fena çok.
Herkeslere şiddetle tavsiye ediyorum.  

Kendine Ait Bir Oda - Virginia Woolf


 Virginia Woolf'un hayatı ve ölümü hakkında kabaca bir sürü şey okumuş ve hatta the hours u da izleyip beğenmiş olmama rağmen, onun hiçbir eserini elime almamıştım. Bu başlangıcı "kendine ait bir oda" ile yapmak istedim çünkü konu çok ilgi çekiciydi: "Madem kadınların erkekler kadar düşünme yeteneği var,
 neden Shakespeare gibi bir dahi çıkaramadınız?" sorusu.
Bu arada hatırlatayım Virginia Woolf 1882 Londra doğumlu.
Kitabın biraz daha içine girersek, yazar kadınların tarihi, kadın yazarlar, karşılaştırmalar, kadınların yazı yazması hele hele bunları yayınlamasıyla ilgili ünlü kişilerin düşünceleriyle yoğuruluyor, noktayı kendi yorumu ve bir nevi yüreklendirme yazısıyla da bitiriyor.
Kitap, insanı okurken kadınlığı yüzünden yapamadıklarıyla sarıyor, bu yüzden sakin bir zamanda okunması tavsiye edilir. Eski zamanla aramızda ne değişti diye soruyor buldum bir de kendimi. Çoluğa çocuğu karışmış kadınların hangisi gözle görülür bir başarı sahibi dedim. 

Başarıyı geçtim  ben, artık genel olarak dışarı çıktığımda gördüğüm erkeklerin çoğundan nefret eder oldum ki, onlar yüzünden birçok şeyin engellendiğinin ve  hepimizin korkarak yaşadığının farkındalığı bu kitapla biraz daha katlandı. Ama endişelenmeye mahal yok, başka şeylerle uğraşınca etkisi azalıyor elbet.

Beni saran düşünceler bi yana, yazarın kastı direkt olarak kadının zihinsel üretkenliğine, akademik başarısına yönelik, ama bana erkekler yüzünden çektiğimiz bu sıkıntıları da yeniden yaşattı işte.
Ben daima yaşam alanlarımızı kısıtlamalarına bozulacağım.
Kitaptan bir şeyler paylaşmak gerekirse, işaretlemeye değer bulduklarım:

          "Kadınlar yüzyıllardır, erkek görüntüsünü gerçek boyutlarının iki katında gösterebilen, enfes bir güce sahip büyülü bir ayna görevini yerine getirmişlerdi... Napolyon ve Mussolini, her ikisi de bu nedenle kadınların zayıflığı üzerine dururlar, çünkü kadınlar daha aşağı düzeyde olmasalardı, büyüteç işlevini yerine getiremezlerdi. Bu durum kadınların erkekler açısından gerekliliğini açıklamaya yarar."


           "Ve böylece karşı cins tarafından yerleştirilmiş olmasa da açıkça desteklenen, kadın ünlenmesini yakışıksız bulan geleneğe boyun eğmişlerdir. Kimliklerini bildirmeme ihtşyacı kanlarına işlemiştir.....bu bir toprak parçası yada kıvırcık siyah saçlı bir erkek de olabilir. Çok güzel bir zenci kadının yanından geçerken bile, onu bir İngiliz kadını yapmayı arzulamadan geçmek kadın olmanın en büyük avantajlarından biridir."


             "..Aynı yıllarda, Avrupa'nın öbür yakasında bir Çingene kızıyla ya da soylu bir hanımefendiyle istediği gibi yaşayan; savaşlara giden; kitaplarını yazmaya koyulduğunda muhteşem bir biçimde işine yarayacak çeşitli yaşam deneyimini hiç bir engelleme ve sınırlama ile karşılaşmadan elde eden genç bir adam yaşıyordu. Eğer Tolstoy evli bir hanımefendiyle "dünya denen şeyden uzak" olarak bir kır evinde yaşamış olsaydı, bundan alınacak törel ders ne denli iyi bir örnek oluştursa da Savaş ve Barış'ı zor yazardı diye düşünüyorum." 


             "Yoksul bir çocuğun İngiltere'de büyük zihinsel yapıtları doğuran zihinsel özgürlüğe kavuşma bağımsızlığını elde etmekte ancak Atinalı bir kölenin oğlundan biraz daha fazla umudu vardı. İşte hepsi bu. Zihinsel özgürlük maddi şeylere dayanır"


            "Mr. John Langdon Davies kadınları şöyle uyarıyor: " Artık çocuk istenmeyecek duruma gelinince, kadınlar tümüyle gerekli olmaktan çıkar."

Suç ve Ceza - Dostoyevski

2010 Haziran'ından beri elimde olan kitabı yeni bitirdim. Klasikleri okumaya alışkın olmadığımdan belki de. Ve tabiri caizse onu bir sürü kitapla aldattım.Lisedeyken elime Morpa Kültür Yayınlarının bir baskısı geçmişti, dayanamayıp bir kenara atmıştım. Bitirmediğim kitapları tekrar elime alma niyetiyle bu sefer İş Bankası Kültür Yayınlarından çıkan baskısıyla yeniden başladım ve bu sefer kendimi çok kaptırdım.
Çevirmenin bile romanın başında 15 sayfa yazara ve romana dair yazdığı bir dünya klasiği için naçizane fikirlerimi söylemem gerekirse:
Suç ve Ceza, bütün insan haklarını bir tarafa iterek "gereksiz / önemsiz insan" tanımının varlığını, doğruluğunu sorgulatıyor en başta. Büyük bir ergen bencilliğiyle  ve amiyane tabirle "ulan bunlar da insansa ben neyim?" derken izliyoruz Raskolnikov'u.
Ruh hastalarının atak anlarında söyledikleri şeyin doğruluğuna kati surette inanmaları ve aksini düşünenlere boğacak kadar kızmalarına benziyordu çalkantıları, buhranları.
Her hastalandığında,  her nöbet geçirdiğinde kasıldım olduğum yerde, her Sonya'ya gidişinde "yeter artık" diye dövündüm içimden.
Bütün bunlar bir yana o dönemin Rus halkı hakkında da epey bir şeyler kapıyor insan. Bu soyluluk meselesi adeta bir sidik yarışı olmuş, beş parasız bile olunsa "benim soyum sopum yeter ulen " gibi bir tavır var bu Ruslarda. Ayrıca eşi benzerine rastlamadığım derecede tuhaf dedektiflikler söz konusu, sırf psikolojik takiple katil bulunur mu yahu? hele o sorguya çekmeler... Dedim bizde olsa, her devirde, Allah yarattı demeden, kırk kere sopaya çektilerdi şimdiye kadar. Kültür ve coğrafya çok fark ediyor, gerçekleri yansıtıyorsa takdir ettim doğrusu.
Bana çok çarpıcı gelen bir kaç pasajı paylaşayım:
                 "İnsanlar doğa yasaları gereğince genellikle ikiye ayrılırlar: Aşağılar (sıradanlar), ki bunların biricik görevleri, kendileri gibi olanların çoğalmalarını sağlamak, bu işin aracı olmaktır ve kendi çevrelerine yeni bir söz söylemek yetenek ve dehasında olanlar...Birinciler , yani yani kendileri gibi olanların çoğalmasına araç olanlar, doğaları gereği tutucudurlar, uysaldırlar, boyun eğerek yaşarlar ve boyun eğmeyi severler. Bence de bunlar uysal ve boyun eğici olmak zorundadırlar, çünkü bu onların görevleridir ve burada onlar için aşağılatıcı bir durum söz konusu değildir. İkinci bölümdekilerse sürekli olarak yasaları çiğnerler, yıkıcıdırlar ya da yeteneklerine bağlı olarak yıkıcılığa yatkındırlar. Bunların işlediği suçlar, doğaldır ki , son derece çeşitli ve görecelidir; ama büyük çoğunluğu birbirinden apayrı nedenler öne sürerek, daha iyi şeyler adına şimdikinin yıkılmasını isterler....Yazımdaki suç işleme hakkını ben bu bağlamda ele aldım."


                  "Sanıyor musun ki eğer iktidara sahip olmaya hakkım olup olmadığını kendime sormaya başlamışsam, demek ki insan benim için bir bit değildir... Kimin ki aklına böyle bir soru hiç gelmez ve doğruca hedefin üstüne yürür gider, insan onun için bir bittir. Eğer ben "Napolyon olsam gider miydim gitmez miydim?" diye kendi kendimi yiyip bitirmişsem; bir Napolyon olmadığımı açıkça hissetmiş olmalıyım."


                   "Anlamıyorum doğrusu: Yolunca yordamınca bir halk üzerine bombalar yağdırmak biçim bakımından kimseyi rahatsız etmiyor ve saygıdeğer bir şey sayılyor bu! Estetik kaygısı güçsüzlüğün ilk belirtisidir!"


                  "Gururu onulmaz bir yara almıştı, bu yaraydı onu yere seren. Ah bir kendini suçlayabilse, nasıl, nasıl mutlu olurdu! ...Ama kendini son derece katı ölçütlerle yargıladığı halde, acımasız vicdanı, herkes için söz konusu olabilecek basit bir ıskalamadan başka, korkunç bir suç bulamadı geçmişinde..."

Şans Müziği - Paul Auster

Ben bu kitaba Ekşisözlük'te filmi çekilesi kitaplar başlığında rastlamış ve onu bu yüzden merak etmiştim.
Tam bir Amerikan romanı olan Şans Müziği, Nashe'in kumarbaz Jack Pozzi ile karşılaşmasından önceki ve sonraki hayatını anlatıyor.

Nashe, hayatı kötüye giderken bir mirasa konar, kızını kardeşine bırakıp yollara düşer. Hayatta amaçsızca arabayla bir yerlere gitmekten zevk aldığı kadar başka bir şeyden zevk almadığını fark ettiğinde artık miras hızla erimeye başlamıştır bile. Tam "ulan naapsam ne etsem de bu umursamaz hayatıma devam etsem, devamlı bir yerde çalışmak zorunda kalmadan nerden para bulsam?" derken Jack Pozzi'ye tesadüf eder.

Kesişen yolları, az zamanda Jack'in kendini tanıtması, Nashe'e kumar yoluyla parasını katlayabileceği fikrini verir, ne de olsa  kaybedecek çok bir şeyi kalmamıştır. Tek atımlık barutunu Pozzi'ye harcar.

Bu uğurda girdikleri maceradır zaten kitabı ilginç yapan.
Aslında bu kadar amaçsız yaşam içinde değişik bir görev de edinmiş olurlar bu maceranın ceremesini çekerken.
Kitabı açık etmemek için macerayı da anlatmayacağım ama bir çok Amerikan romanı gibi bunun da sonu beni hiç tatmin etmedi açıkçası. Kardeşim biraz daha netlik ver herşeye de öyle bitir bari. cık cık cık.
Yine de insanı meraklandırıyor tabi, bu yüzden kızıyorum sonuna.

İçimizdeki Şeytan - Sabahattin ALİ

Sabahattin Ali'yle tanıştıktan sonra devam etmemek imkansızdı. Belki öyküler yaratıcı gelmeyebilir ve karakterlerin hisleri biraz abartılı gelebilir çoğu kişiye,zaten onun en kuvvetli yanı bana göre, kareleri müthiş gerçeklikte ve detayda, detayı verirken de kamerayla bir kaç açıdan hem dışarıdaki görsel kritik şeyleri hem de karakterlerin içlerindeki evin vaziyetini harkulâde anlatabilmesidir. Okumamdan çok uzun zaman geçti ama aynı hisleri " Dokuzuncu Hariciye Koğuşu" için de hissetmiştim.

Önce vapurda Ömer Macide'yi görüp, hayatının kadını olduğunu, havadan kafasına taş düşmüş gibi büyük bir şok etkisiyle farkediyor.
Durumu açmaya başlıyo sonra yazar, Balıkesir'de başlatıyor yeniden hikayeyi, bir kızı anlatıyor, Macide'yi. Lise hayatını, okulu, müziğe ilgisini teşvik eden öğretmen Bedri'yi (romanın asıl kahramanı, iyilik ve aydınlık timsali insan), liseden sonra akrabasının yanına İstanbul'a konservatuar okumaya gidişini anlatıyor ve kim, neden, nerde gibi sorulara kabaca ama gayet oturmuş vaziyette vakıf oluyoruz.. Giderek bozulan ekonomik durumlar söz konusu her çatıda, bu romanda önemli karakterlerin hepsi kırk kanaat geçiniyor. Herkes kendini minimum bir parça olsun kandırıyor.
Ve Ömer şimdi çıkıyor asıl sahneye (beni Ömer isminden soğuttu resmen), kızı allem ediyor kallem ediyor tavlıyor, kızımız da sağolsun eve hesap verme endişesini hiç duymadan fellik fellik geziyor, üstelik artık yetim kalmış ve yaşadığı akraba evinde bir fazlalık gibi görülmeye başlamışken. Zaten ne oluyorsa bundan sonra oluyor...
Basiretsizlik, maymun iştahlılık, evlilik müessesinin gerektirdiği ihtimamı  gösterememe, bunalım falan derken, Macide acayip bir mengenenin içinde sıkışıyor babam sıkışıyor. Bir de Ömer'in etrafında "şeytan" ı dürten sürüyle ahbabı da var tabi.
Sürekli bir sorgulama haline giriyor herkes, yaptıklarını, nedenlerini, yapması gerekenleri, geleceği, her şeyi her şeyi sorgulamaya başlıyorlar.  Daha fazla detay vermeden, kitaptan seçtiğim bir kaç pasajı paylaşmak isterim:

     " "Tükürdüm gözlerimi ağzımdan boncuk gibi" mısraı üzerinde hepsi de ahmak olmayan şu bir sürü insan, ciddi ciddi münakaşa ediyor ve bu şair, kendi büyüklüğüne kendi de inanarak, minnettar gözlerle onlara bakıyor. Halbuki yüzüne dikkat etsen, ruhunun iç taraflarında nasıl külçe halinde bir yalanın saklı olduğunu görürsün. En korkunç yalan da budur.: Kendimize karşı bile kullanacak kadar pençesine düştüğümüz, bu derin ve gizli yalandır. "


   " Mesela Mehmet beyle asla Mehmet bey olarak konuşmaya imkan bulamazsın. Siyasetten bahsedecek olsan karşında şu Fransız gazetesinin veya bu diktatörün nutkunu bulursun... Müzik lafı açsan bilmem hangi gâvurun kitabı veya hangi müslümanın makalesiyle karşılaşırsın... Beğendiği yemeyi söylerken bile Mehmet bey değildir. Mühim adamların nasıl yemekleri beğenmesi lazım geldiğini düşünmeden bir şey diyemez. Çok kere iki lafı birbirini tutmamak mecburiyetindedir. Çünkü edebiyat hakkında duyup veya okuyup benimsedikleri şu müellifin fikirleri ise, tesadüfen,  müzik hakkındaki bilgileri de, dünya görüşü ve sanat anlayışı itibariyle ona taban tabana zıt bir  başka muharrirden edinmedir. 
...
Çünkü hiç birinde fikirler ve bilgiler şahsiyet haline gelmemiştir. Hiçbiri ukalalık etmek için malzeme toplamaktan başka bir şey düşünmemiştir. Hiçbiri insanı insan yapan şeyin şahsiyet olduğunu, bütün ilimlerin, bütün tecrübelerin bunu temine yaradığını anlamamıştır."


Genel olarak da "içimizde şeytan meytan yok, biz işlediğimiz kabahatleri, iradesizliğimizi ve tembelliğimizi yüzümüze vuramadığımız için böyle riyakar bir perdenin arkasına saklanıyoruz, kendimize de yalan söylüyoruz" diyor.

3-iron (Bin-Jip) (Boş Ev) 2004

Sanırım izlediğim ilk Kore yapımı filmdi.
Yönetmen de yapımcı da senarist de Kim Ki Duk.
Açıkçası çok enterasandı, nolcak acaba diye diye filmi bitirdim.
Hikaye bence güzeldi. Şöyle ki,
Genç zehir gibi bir genç oğlan, Bmw motorsikletiyle sokak sokak dolaşıp kapılara el ilanı dağıtmakta. Bir süre sonra dönüp el ilanlarının hala asılı kaldığı yani muhtemelen boş olan evlere her türlü kilidi açmak suretiyle girmekte.
Çocuk iyi niyetle "şöyle bi takılıp çıkacam" edasıyla evde kendi eviymiş gibi bazen birkaç gün bazen bir kaç saat geçiriyor. Yiyiyor içiyor, evdeki bozuk her türlü aleti tamir ediyor, bir de her evde çamaşır yıkıyor. Yıkıyor dediysem makineye falan da atmıyor , elde. Ben bu Kore'de hiçbir evde çamaşır makinesi yok galiba derken, fimin sonlarında  makinenin var olduğunu, bu elde yıkama mevzusunun tamamen çocuğun takıntısı olduğunu anlıyorum.
Bu evlerden birinde bir kadın olduğunu farketmiyor, kadın bunu evdeyken izliyor, sonunda birbirlerini görüyorlar, halihazırda kocasından devamlı şiddet gören kadın, kocası da geldikten sonra gözüne soka soka oğlanla gidiyor. Aynı şeyi bu sefer iki kişi yapmaya devam ediyorlar. Aşk da tabi akabinde peydah oluyor.
Hikaye burdan sonra daha da güzelleşiyor. Oğlan bu maceraların birinde hapse düşüyor, ama ne kadın ne de adam bir tek kelime bile konuşmuyorlar kesinlikle,  bu yüzden kendilerini müdafa da etmemiş oluyorlar. Bu hapis hayatında oğlan artık kafayı sıyırmakla kendini eğitmek arasında bir yerlerde geziyor. Hapisten çıkınca da sevgilisine değişik de olsa bir dönüş yapıyor.
Filmin sonunda da "yaşadığımız dünya hayal mi gerçek mi söylemek zor" diyerek bitiriyorlar.

16 Eylül 2011 Cuma

Carlito's Way 1993

Nerden duyup/bulup indirmişim bilmiyorum, izlenecek filmlerim arasından rastgele seçtim keyifli bir akşam için. Ama yanlış seçim.
Açıkçası Carlito  (Al Pacino) Gail 'le (Penelope Ann Miller) buluşana kadar film acayip sıkıcıydı. Çok klasik gelmişti. Tabi biraz da cinsiyet icabı olsa gerek aşk vakaları daha çok dikkatimi çekti zannımca. Gerçekten Kadir İnanır'ın  hapisten çıkıp, bir daha o "aleme" ayak basmamaya yemin etmesi, fakat daha ilk adımda kaderin cilvesiyle batağa itilmesinin bir olması tadında klasik bir senaryoydu yani. Tek fark Carlito Kadir abiye nazaran biraz  mezhebi genişti. Bir de abla çok güzeldi hakkaten. Çekimlerde de öyle bir fevkaladelik yoktu, hatta tekneli cinayet sahnesi çok uyduruktu. He son sahnelerde duygulanmadım mı? Tüh bee demedim mi? Dedim, Yeşilçam'ı izlerken de diyorum. (Gerçi bizde daha çok mutlu sona bağlarlar)

Tırnak içinde

Bugün afiilli filintaları okuyordum. Emrah Serbes i.


Hisler Ansiklopedisi yazısı beni çok şaşırttı.


Hikayede de çok klasik olduğu belirtildiği üzere bir kadın, neden üzgün olduğunu yanındaki gence : “Kadınlar bekliyorlar, güvenebilecekleri bir adam arıyorlar. Sonra da o adamın piçin biri olduğu ortaya çıkıyor. Ve böylece bir kere kırılması gereken kalpleri iki kere kırılıyor.”  


 diye söyledikten sonra oğlana kız arkadaşı olup olmadığını ve onu elinde tutmak istiyorsa eğer, evet kilit öneri ve düşünce şimdi geliyor:

“O zaman onu sürekli suçla,” dedi. “Bazen suçlama sürekli suçla. Suçsuzluğunu kanıtlayamadığı sürece sana kötü davranamaz.”
“Niye öyle yapsın ki?”
“Çünkü kadınlar doğuştan suçlu olduklarına inanmaya yatkındırlar.”
dedi.
Hiç buna benzer bir tez duymamıştım, gerçekten doğru mu bu peki?
Belki kadın olmakla ilgili konularda evet. Belki kendimizi çok sevdiğimizde hayır. 
Sürekli suçlanarak elde tutulmak değil de kadınların doğuştan suçlu olduklarına inanmaya yatkınlığı konusuna evet diyen hislerim var sanırım.

13 Eylül 2011 Salı

TRT'de güzel diziler vardı

1- YEDİ NUMARA (2000 lerin başı)

Yedi numara efsaneydi. Ayten'le Recep'in laf sokuşmaları, Sabit'in Vahit Emmi'ye kaynamaları, Zeliha'nın evhamlı cümleler bütünü... Ne güzel bir evdi onlarınki, ne güzel diyalogları vardı , ne komikti, hep sevdik, ve seveciğiz.













2- KARTALLAR YÜKSEK UÇAR (80 ler)

Ben tv den izleyemedim. Daha sonradan öğrenip, internetten bulabildiğim kadarını izledim. Özellikle repliklere bayıldım. Çok aradım son kısımlarını ancak bulamadım. Selda Alkor ile Sadri Alışık bir dizi filmde biraraya gelmişler, senaryoyu da Atilla İlhan yazmış az şey mi?
Hele  Sadri Alışık'ın bulunduğu bir rakı sofrası vardır, "kimseye etmem şikayet" i söyler, ömre     bedeldir efenim, bkz:







3- BİZİMKİLER (90 lar)

Önce Trt'de sonra Star'da en son da Show'da izledik. Tam 458 bölüm çekmişler, vay anasını. Hele Erdal Özyağcılar'ın diziden ayrıldığı dönemi unutamıyorum, tüm ev ahalisi nasıl kızmıştı ona. Adam ondan sonra hangi diziye başlasa "tutunamaz o, bunu da bırakır kesin, bırak yaa" nidaları yükseliyordu. Çok gerçekçiydi, çok bizdendi hikaye ve diyaloglar.

12 Eylül 2011 Pazartesi

Hayatta Mütemadiyen İmrendiğim Birkaç İnsan Var

1-NURAY YILMAZ 

Küçüklüğümden beri, o görüntüsü hiç değişmeyen abla ne de güzel gezdi memleketi. O köy senin, bu kasaba benim. Yurdu her türlü turistik olsun, keşfedilmemiş olsun karış karış gezip çeken insan.
Tanınmışlığı sayesinde de her köyde mutlulukla karşılanan, en dayanılmazı da köyde kadınların yemek hususunda birbiriyle yarışması neticesinde ekran karşısındaki biz garibanları şişim şişim şişiren, çatım çatım çatlatan hanım!
Yetmedi birara yurtdışındaki gurtbetçilerin yanına da gittiydi.
Yerli turizme katkısı büyük insan, seni hep kıskandım ve de kıskanacağım!

                                               
2- MEHMET YAŞİN
CnnTürk'te Yol Üstü Lezzet Durakları ile tanıdım. Yuvalamaları, lokumları güp güp götürürken beni ekran karşısında yutkunduran, iştahımı kabartan, onun tabiriyle "damak çatlatan" tatlara bizi koşturan adam. Tabi gidip yiyebildiklerimiz oluyor, yiyemediklerimiz oluyor, insanın içinde kalıyor, çoğunu merak ediyoruz. Böyle işe can kurban can!











3- FATİH TÜRKMENOĞLU


Her yaz tatil yörelerini karış karış gezen adam. Sahil Günlüğü programının sunucusu.
 Gün olur Dalaman'da botlara biner buz gibi sulara atlar  'yorulur' . Gün olur "Türkiye'de
görülmesi gereken 101 yer" diye kitap yazar. Aaaah Ah! Nasıl hayıflanılmaz arkadaşım, nasıl iç geçirilmez böyle işlere! 









Neyse neyse, söylenmek bir kenara dursun, iyi oluyor bir yandan da, bunları gördükçe, gidesi, yiyesi geliyor insanın. Hemen gidemese bile kafasında bir yeri oluyor. 

11 Eylül 2011 Pazar

Olabileceğin en iyisi en güzeli!

Emine Ülker Tarhan'ın sevgili kızı Tuğçe Tarhan! Resmen hayallerimin gelinliğini giymişsin! Hele o saç
hele o duvak, neredeyse  tam olabileceğin en iyisi olmuş, bravo  bravo!:))

10 Eylül 2011 Cumartesi

Herkes Yurda Dönsün Ulen

Başlarda oh ne güzel sessiz sedasız diyodum. Kafamı dinliyorum ders mers de yok diyodum.
Ama valla insan ses istiyor arkadaş, bu nedir, 4 katlı yurtta bir elin parmaklarını geçmiyor sayımız, diğerleri nerde zaten bilmiyorum. Benim kat morgdan daha sesli/canlı değil. Belki de fırtına öncesi durumlardır bilemedim.

çok özledim seni Behzat Ç.



Dizin Ocak'ta başlıyomuş, Filmin Ekim'de vizyona giriyomuş, olmuyor ki böyle, valla çok özledim!

9 Eylül 2011 Cuma

ölmezsem

  • Yarın istediğim kadar uyuycam.
  • Elimdeki kitaplardan birine sardırcam, nerdeyse 3 haftadır hiç açamadım kapaklarını.
           Seçenekler:  1- Milan Kundera - Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği
                              2- Sait Faik Abasıyanık - Lüzumsuz Adam
                              3- Sait Faik Abasıyanık - Şimdi sevişme vakti ve diğer şiirleri (Pek şiir sevmem ama bakalım)
                              4- Oğuz Atay - Tutunamayanlar (belki bu sefer bitiririm) :) (belki bu sefer daha yakın hisseder, onu anlarım)

Şıkulaaaaapsss!

Noldu şimdi bitti mi? Tamam daha defter işi var ama bitti mi?

Fazlaca duygu iniş çıkışıyla, hergün farklı bir bakış açısıyla gittim geldim stajlarıma.
Gerçekten her gün işten dönüşte kafamda başka fikir, başka seçenek, 30 tane ihtimal, 40 tane farklı istek.
Mala bağladım iyice. Aynı sektörün farklı kanallarını görerek kendine yol seçmeye çalışmak da zor arkadaş. Mezuniyete yaklaşmak stresli iş vesselam.

Hayır madem sen kendi içinde kararsızlıklar, tutarsızlıklar yaşıyorsun, bırak içinde kalsın ya, bırak dursun o orda.
Bi çeneni tut da her aklındakini sese çevirme. Yakınındakiler de sinir sahibi olmasın bırak.

Ama tabi madem fiziksel olarak bitti bu staj, buyrun şu anki fikrim:
Sonuç olarak; bu yaz gözlemlediklerim arasından iş kolları olarak şöyle düşünüyorum şu an:
*Üst yapı dizayn = ukte = prestij (tezat biçimde genelde para sıkıntısı çok)
*Zemin Etüd= Düz
*Zemin tasarım = Spesifik
*Planlama= Oldukça Esnek (her dalın ihtiyacı)= Kendi işini yapmaya güzel hazırlık =İşletmecilik
*İhale Hazırlık= Tam içinde bulunamadım ama bana heyecanlı göründü=planlamayla paralel çoğu zaman
Ama evvela
** Bir şantiye bitirmek =  şart

7 Eylül 2011 Çarşamba

Kapı Önü Gevezeliği

Az evvel Öyle Bir Geçer Zaman Ki'nin yeni sezon ilk bölümünü izledim.
Ders programı hazırlayacak olmanın heyecanını bile yenip, bir iki bir şey kenara yazmadan edemedim.
Evvela, Osman'ı bir daha ağlatmasınlar, olmamış, o da küçük çocuk neticede, her şeyi mükemmel yapamayabilir, ağlayamamış işte, çok zorlama olmuş!

Osman kadar Berrin de ağlayamıyor kuzum. Hele annelik hiç olmamış, " çocuğumu istemeyerek doğurdum anneliği" de çok yapmacık. Kendim Hakan'la evlenmişim de ondan çocuk yapmışım gibi üzülüyorum tam, o sahte ağlama, o tuhaf  " annelik" tavırları beni dizinin havasından alıp dışarı atıyor gibi gibi.Bunlara rağmen görüntü hakkaten süper perişan olmuş, gayet başarılı. O derbeder havayı soluduk onla.

Ve ve tabi ki Hakan'ın babası her zaman favorim, o adam sanırım dizide bana en gerçek gelen adam. Sesi olsun, hareketleri olsun, sanki gerçekte de Ekrem Tatlıoğlu. O kulağıyla oynaması falan bayılıyorum bayılıyorum. Vurulduğu sahneyi hala unutamıyorum, gördüğüm en iyi vurulan adam o :)
Aylin de güzelliğine güzellik katmış arkadaş! Afetti zaten, 3 le çarpmış kendini, saçlar kaşlar (özellikle kaşlarına bayılıyor ve de çok kıskanıyorum)  falan derken kıyafetleriyle de on numaraya yaklaşmış, güzelliğini seyretmekten varsa da bi yanlışını yakalayamadım sanırım, bu güzelliğin hayrını görsün diyoruz burdan tüm hemcinsleri olarak. Nazar etmemeye çalışıyoruz efem.

Tahminen o Jale kesin patronun kızı çıkacak, Mete o garson kıza aşık olduktan sonra klasik bir Türk filmi vakası izleyeceğiz orda biz. Tehditler falan.

Eğer Aylin ölmezse ki bence ölmez, kesin Soner'in gözü dönecek sinirden ve üzüntüden, dolayısıyla bu sezon kavuşur onlar. Zaten Murat çok sinir bozucu olmaya başladı, hele de o saçlarla.
Berrin'e çok yazık olmuş yalnız. Bir genç kızın en kötü 2. ya da 1. kabusu olsa gerek sevmediği bir adamla evlenmek mecburiyetinde kalmak ve bir de ondan çocuk sahibi olmak. Şimdi Ahmet'le nolur bilemedim onu.

5 Eylül 2011 Pazartesi

Lan?

Sabah akbilimi unutmuşum
"Aylık yükleyecektim ya, döneyim de alayım" dedim.
Gittim aldım, metrodan çıkınca bi baktım sanki akbili bedava dağıtıyorlar, öyle sıra var !
Tam "lan bu sıraya girilir mi" diye karar vermeye çalışıyorum, koskocaman ve de kıpkırmızı yapıştırmışlar yazıyı :
aylık indirimli öğrenci seyehat kartı : 70 TL
Allah razı olsun, çok yardımcı oldular. Hemen metroya inip, makinadan bi 10-20 TL yükleyip gideyim yoluma dedim.
Makinada da akbil gişesini aratmayan bir kuyruk mevcuttu tabi, hiç pratik olamayan ve sırada benden önde olan onlarca güzel insanı bekledim evet.
Neyse koşa koşa otobüs duraklarına koştum, benim her sabah tam zamanında kalkan sevgili otobüsüm bugün sırf ben geç  kaldım diye olsa gerek, tam 35 dakika sonra geldi.
Tam kuyruktaki asabi ahali, açılan kapıdan içeri dalıp basıp gideceğimizi zannederken , şöför önce indi sonra kapıları falan kapadı gitti, lan 5 dk oldu yok, 10 dk oldu yok. Hareket amirliğinde bu kadar ne işi olabilir diye düşünürken, kuyruktaki insanlar falan iyice sinirden saçmalamaya başladılar artık.
Meğer adam işemeye gitmiş, bunu da gayet tabî olarak söylüyor, kendini kaybetmiş ahaliye.
Neyse efenim biz artık bindik, gitmeye çalışıyoruz, tam köprüye girdik vınlıyoruz, ben de o sırada kendimi test ediyor Sezen Aksu'nun "Düğün" şarkısını ağlamadan hıçkırmadan dinlemeye çalışıyorum, arkada amcanın biri bayılmış/fenelaşmış ve koskoca otobüste bir gıdım su yok iyi mi?
Kolonyalı mendilimin bile olmayışına bu sefer de başka bir açıdan hayıflandıktan sonra neyseki adamı kendine getirmişler.
Öğlen yemeğinde de bembeyaz bluzumla ve bir önceki yazımda aldığımı ilan ettiğim eteğe köfte sosu döktüm, o kesin nazardır tabi:)
Akşam özene bezene temizlik malzemeleri alıp, 4 makine çamaşır attım.
 Bütün yıl hayvan gibi çalışan çamaşırhane, bomboş yurtta bir benim çamaşırların yüküne dayanamamış, isyan etmiş. Bir baktım ki, sigortalarını attırmış:( Ben  düğmeyi kaldırıyorum, makinalar çalışıyor, tam gidicem, gene atıyor, rahat 5 kere yaşadım bunu. Eeh!
Baktım bu böyle olmayacak, gittim güzelcene abdestimi aldım, şimdi bir daha deneyeceğim, biz buna orta okulda mı, lise de mi kontrollü deney diyorduk:)
Bi bakıp geleyim o zaman:)