28 Aralık 2011 Çarşamba

en iyi dizi mi?

1 numara : tartışmasız BEHZAT Ç. dir



2 numara da Leyla ile Mecnun dur.


3 yok benim gözümde bu kadar hepsi.

23 Aralık 2011 Cuma

18 Aralık 2011 Pazar

bu da ali'ye gelsin

Dil dile değmeden

Şimdi kütüphanenin sitesinden yayın süresi uzatmak için linki açınca yeniden fark ettim. Ulan sitenin yarısı Türkçe, yarısı İngilizce. 
Eğitim de %30 İngilizceydi, yetmedi %100 İngilizce bölümlerini de açtılar.
Ya ben anlamıyorum ki, hocanın ana dili Türkçe, sınıfın anadili Türkçe, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeyiz, biz ne bok yemeye İngilizce olarak mesleki eğitim almaya çalışıyoruz? 
Ulan hoca konuşamıyor, ben konuşamıyorum (çünkü dil eğitimi de çok kötüydü) biz hala çırpınıyoruz salak salak.
Hadi dil eğitimi mükemmel olsun, ben de sıkıntı çekmeden konuşabileyim, hoca da konuşabilsin, temel mesleki eğitimimi kendi ülkemde niye kendi resmi dilimde alamıyorum? Bu ne kadar aşağılayıcı bir mekanizmadır böyle. 
İngiltere'de, Amerika'da, başka dil öğrenmek için bütün derslerini o dilde alarak mı öğreniyorlar ben anlamadım ki!
Teknik İngilizce'yi, buna uygun dersle, araştırma ödevleriyle halledemeyecek kadar beyinsiz miyiz biz?
Robert'den mezun arkadaşlardan birisi de diyor ki, "tembellik ediyorsunuz, yarım saat daha fazla çalışmamak için ayak diriyorsunuz" .
Tabi ki bu sebep de var, ben bir konuyu Türkçe, yani anadilimde 10 dakikada anlayacaksam, İngilizce olarak 40 dakikada, hatta dil kabiliyetim zayıfsa 1 saatte anlayacağım, o fazladan dakikalarda belki sıkılıp çalışmayı bırakacağım, belki anlamadan ezberleyip geçeceğim, belki de daha başka şeylere bakabilecek, daha fazla şey öğrenebilecekken, merak edebilecekken bu kadarıyla o derse ayıracak vaktim bitecek. Velhasıl önüme kocaman bir engel koyulmuş olacak, bu engeli geçenler elbette var, ama daha fazla kişi geçebilecekken neden böyle saçmalıyoruz?
Neymiş, "Kaynaklar İngilizceymiş"
Tercüme diye bir şey var arkadaşım, temel mesleki eğitimde kullanacağın olmazsa olmaz kitapları çeviriver bir zahmet. Hocaların da onayından geçecek şekilde çevirtiver. Zaten sen yaygın kullanılan yabancı dili güzel öğretebilirsen o adam yabancı dili kullanacaktır  ihtiyacı doğrultusunda.
3 yıl sonra Çin yürür giderse, nolcak? dersler Çince mi olacak bu sefer?
Bir ülkenin sınırları, yasası, meclisi, bayrağı dili varsa, eğitimi de ona göre olmalı. Hayır bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?
Hayatımda tek bir defa eyleme katıldım canı gönülden, "İTÜ Ay-Ti-Yu olmasın" dedik, her türlü ideolojiden öğrenci, hoca vardı. Hiç bir işe yaramadı, ne ilgisi var okulun kalitesinin bu işlerle, onu da hala anlamadık.
Sayın Muhammed Şahin anlayışlı, öğrencinin düşüncesini sayan bir rektör, girişimci, İTÜ'nün çehresini de değiştirdi ancak bu İngilizce işi olmadı.
 Hiç olmadı. 
%100 Türkçe ve İTÜ kalitesinde istiyorum tüm eğitimi.


Havuçlu Cevizli Tarçınlı Kek (Mehtap'ın Keki)

Malzemeler:
  • 3 yumurta
  • 1+1/2 su bardağı tozşeker
  • 3/4 su bardağı sıvıyağ
  • 1 su bardağı yoğurt
  • 3 orta boy havuç (ince rendelenmiş)
  • Biraz tarçın
  • 3 su bardağı un
  • 1 tatlı kaşığı karbonat
  • 1/2 su bardağı kuru üzüm
  • 3/4 su bardağı iri kıyılmış ceviz içi

Sevgili oda arkadaşımın nefsimize kulak vermesiyle etüd salonunu şenlendirmesinin tarifidir.
Eksik malzemeler çeşitli odalardan toplandı, Mehtap da hünerini gösterdi. Ortaya da ahanda bu çıktı.



Ertesi sabah daha da güzelleşti.

Beyaz peynirle de muazzam oldu.

















17 Aralık 2011 Cumartesi

Ve Charlotte Gainsbourg

















tarzını seviyorum.

                                                                                                            hele saatine hastayım


ama acı olan: 
 annesi bu kadınken (Jane Birkin)

   bu hale gelmesi.


 Korkuyorum anne...

Bu şarkı Ali'ye gelsin


Of oooofff
Aşkım günaydın de yeni güne
Yay gibi gerginsin, çözül biraz
Bitmez dünyanın derdi, ertele                                                    
Kurmanın hiçbir faydası yok, relax
Bırak güneş ısıtsın içini
Bak baharlar açmış beyaz beyaz
Öyle olmasa da, sen öyle farzet
Bakarsın umduğundan iyi geçer yaz
Sıkıldım, sıkıldım, uçmak istiyorum
Yalınayak yere basmak istiyorum
Ne eksiğimiz var çiçekten böcekten
Tabiat misali çoşmak istiyorum
Sıkıldım, sıkıldım, kaçmak istiyorum
Yalınayak yere basmak istiyorum
Ne eksiğimiz var çiçekten böcekten
Ben de onlar gibi coşmak istiyorum
Aşkım herşeyi yokuşa sürme
Olursa olur, olmazsa olmaz, bu şans
Herkesin durduğu yer dünyanın merkezi
Empati, sempati yani tolerans
Bırak güneş ısıtsın içini
Bak baharlar açmış beyaz beyaz
Öyle olmasa da, sen öyle farzet
Bakarsın umduğundan iyi geçer yaz

29 Kasım 2011 Salı

gelinlik volume #2

Kavak yellerininin aslısı evlenmiş,
Gelinliği de güzelmiş.
Bu model de bi kenarda dursun tabi dedim.

düğün olmayacaksa böyle bir duvağa eyvallah ama aksi takdirde basar buna herkes, kaçınılmaz gerçek bu!
Yani açıkçası gelinliğin özellikle üst tarafı beni kendine çeken  
yoksa bu alt tarafı biraz fazla ihtişam kokuyor, o bana göre değil pek ama üzerinde çalışılabilinir tabi, üstü çok güzel...

22 Kasım 2011 Salı

bugünün şarkısı

Ey gençlik, öss yi atlattın da bitti mi sanıyorsun tercih safhası.

Daha da büyük kararlar önümüzde bir kere daha.

o zaman bu şarkı kararlılara gelsin benden


16 Kasım 2011 Çarşamba

Değüşük

http://www.ahaber.com.tr/webtv/videoizle/desifre--11112011

subliminal uyaranları, Türkiye'den örnekleri de bol bol içeren ahaber'in deşifre programı.

Sanırım Aşık oldum

Umutsuzca gezinirken , onu gördüm. Baktım baktım baktım..

Sanırım hayallerimi süsleyendi o.

O kadar mükemmeldi yani, ama diğer önceliklerimle kıyaslayınca ona sahip olamazdım henüz.

En kısa zamanda onu avucuma alıcam biliyorum. (ocakta bi indirim bekliyoruz)

İşte şimdilik görüntüsüyle yetinip http://www.zara.com/webapp/wcs/stores/servlet/product/tr/en/zara-W2011/122007/573008/CHECKED%2BBLAZER%2BWITH%2BELBOW%2BPATCHES
 hayatıma devam ediciğim.

11 Kasım 2011 Cuma

Konsantrasyonsuzluk sebep listesi

Konsantre olamamak düşünce ishali gibi. Gelen düşüncelere engel olamıyorum o anlarda.


Levent Morgök-İsimsiz
Belkide asıl yapması gereken şeyden kaçarken boka basıp boka bulanmak gibi. Bu bir şeye konsantre olamama duruşu.

A'ya bakarken D'yi düşünmek, D'yi düşünmeye başlayınca da Y'nin aklına gelmesiyle "napıyodum ben a.q.?" demek gibi.

Ve konsantre olamamak vicdan azabı gibi. Olamadıkça azap büyüyor.

Konsantre olamamak mı vücutta yorgunluk hissi oluşturur,  yoksa vücuttaki yorgunluk hissi mi konsantre olmayı engeller bilemiyorum. Bu sebeple yaptırdığım tüm tahlillerim temiz çıkmıştı.

Sanırım yalnız kalmak ve aslında topluluk halinde hareket etmeyi sevmem de yalnız olduğum anlarda konsantre olamamamı tetikliyor.

Konsantre olamamak kapsam olarak da bulaşıcı, sadece bir şeye değil diğer tüm konulara karşı da aynı durum söz konusu oluveriyor bir anda.

Göze fazla ışık gelmesi de uykuya sebebiyet verdiğinden ilave bir konsantrasyon sorunu olarak listeme eklemek isterim.

Zaten bir şeyler yatarak yapmak da uyku getirdiğine göre bu da listeye alınmalı.

Keyfimizden mi yatıyoruz? Sırt ve omuz ağrılarımız var herhalde.

O zaman spor yapmamayı da konsantrasyonsuzluk nedenlerine ekleyebilirim.

23 Ekim 2011 Pazar

bugün

"Dünyadaki nükleer enerji kullanımı ve Türkiye'nin durumu" ödevimi yaparken Greenpeace'ten nefret ettim. Nasıl içi boş bir topluluk dedim 40,000 defa.

Çözüm olarak devamlı bir rüzgar enerji itelenmekte. Sanki dünyanın her yeri rüzgar enerjisi kullanımına müsaitmiş ve tüm bundan gelen enerji yetecekmiş gibi.
Nükleer enerji sadece elektrik enerjisi üretirmiş, ısınma yönünden yine dışa bağlımlı olurmuşuz o yüzden sakın elektrik de üretmeyelimmiş.
Aman sakın Karadeniz'de petrol aranmasınmış, çünkü petrol firmaları önlem almazmış, Meksika felaketine bakalımmış.
Küresel ısınmaya karşı petrol ve kömür konusunu aşmalıymışız ama arabaları neyle çalıştıracakmışız onu söylemeyizmiş.
 Gelişmekte olan ülkeler salınımlarını sanayileşmiş ülkelerin yardımıyla %10-15 yavaşlatmalı maddesine herhalde 15 dakika falan güldüm. Sakın sanayileşmişler yavaşlatmasın salınımlarını yoksa paraları azalır, gelişmekte olanlar gelişemesin, nefesleri koksun.
Bunun gibi daha neler neler var, yavrum bir dökün bağışçı listenizi, gelirlerinizi de her şey bir açıklığa kavuşsun. hakkınızdaki dedikodular kalksın. Zavallı gençler de sokaklarda " bir şey sorabilir miyim? grenpeace korkulacak birşey değil!" diye dolaşmasınlar. Çok yazık çok.

14 Ekim 2011 Cuma

Patlıcan Mücveri

    Ne yazık ki artık internette bir sitesi olmayan tüm zamanların yemekleri en yapılası ve yenilesi aşçısı Emine Beder'in anneannesinin tarifi olan patlıcan mücverini buraya yazmaktan onur duyarım efenim!

Önce 3 orta boy patlıcanı aldık tüm yüzeyini soyduk. 
Sonra zar büyüklüğünde doğradık.
Sonra tuzla ovup acı suyunu çıkardık (biraz beklettik), yıkadık süzdük.
Kaynar suda patlıcanları 5 dakka kadar haşladık, çıkarıp süzgeçte iyice suyunun süzülmesini bekledik.
                       

Başka bir kaba, beyaz peynir, ince kıyılmış maydanoz, tuz, karabiber,bolca pul biber, biraz zeytin yağı koyduk.
Sonra iyice suyunu sıkıp süzdüğümüz patlıcanları bu kaba aldık. Üzerine 1 adet yumurta ve bir avuç kadar da un koyduk.
Mıncırdık.
Tavada yağı kızdırıp, kaşık yardımıyla bir yemek kaşığının kapladığı yüzey alanı kadar büyüklükte çok da kalın olmayacak kadar parça parça karışımımızdan koyduk. Köfte gibi yapıyoruz işte.
Nar gibi kızarınca arkalı önlü, havlu kağıdın üstüne yağını biraz bıraksın diye dizdik.Çok yağ çekiyor, takviye yapılmazsa kuru kuru olur.
 Bunlar bitince.
Rendelediğimiz bir adet domatesi ve 1 sarımsağı tavaya koyduk. Bunların üzerine biraz tuz ve toz şeker kattık.
Suyunu çekince ocaktan aldık. 
Havlu kağıdı mücverlerin altından aldık.
Mücverlerin üstüne bol sarımsaklı yoğurdu gezdirdik. Onun da üstüne az evvel yaptığımız domates sosunu gezdirdik. 
Sonra yemeden yanında yatsak mı diye düşündük, fotosunu çekelim ona bakarız sonra diye hemen yedik!
Yurtta kalabalıkken yemek yapıp yemenin tadı tabiki de ayrı.

11 Ekim 2011 Salı

Hayal

       Son günlerde elimdeki tüm parayı bota yatırınca parasızlıktan idda, milli piyango gibi ufak tefek şans oyunlarına yaptığım yatırımlarımla büyük büyük hayaller kuruyorum. türlü çeşit totem de yapıyorum ancak anlamsız bir şekilde hiç bana çıkmıyor böyle şeyler. Halbuki yapabileceğim ne kadar çok şeyim ve istediklerimi gerçekleştirme gibi de büyük bir başarı oranım var. Bu kadar denememe rağmen olmayan başka şey daha yoktur heralde. Çıkmıyor bu gavur çekilişlerin hiç biri bana. Babam da her hafta herhangi bir şans oyunu oynamasına rağmen benim bu konudaki yakınmalarıma daima "Kızım, bizim ağzımıza sıçılmadan cebimize para girmez!" der! Gene de umut fakirin ekmeği tabi.
Ama bi çıksa, bi çıksa ahh! Çok pis ezecem, hem ezecem hem yatıracam!

9 Ekim 2011 Pazar

işte bu parçaydı filmde çalan

Bu nasıl birşeydir yahu! Antichrist filminin başında ve sonunda bu şarkı çalışyordu.  Çok çok etkileyici gerçekten.  Ee, burda adam söylüyor gibi , biraz çirkin ama, gene de çok etkileyici acaba sözleri ne manaya geliyor!
Ayrıntılı bilgi toplayacağım...

8 Ekim 2011 Cumartesi

Antichrist (2009)

Yazıp yönettiği filmleri çok sevdiğim Lars Von Trier'in bu filmini hakkında hiçbir şey okumadan izledim.
Bu yazıyı da sırf kendim için yazıyorum. Filmi izlemeden okunması hoş olmayabilir.
-----
Bu adam (Lars Von Trier)  normalde hep en içteki duygulara vurgu yapan biri bana göre,  bu film de bir acayipti valla.
Dancer in the dark'ta olsun, Dogville'de olsun insanın duygu ve düşüncelerinin en dibine girer Lars.
Bu film de bana annemi hatırlattı. Ama bunu film bittikten yarım saat sonra farkedebildim. Kadın karakterin durumunu  elbette bir rahatsızlık olarak ele alıyorum.
Atak zamanlarında normalde düşündüklerinin, herkesçe bilinen şeylerin tam tersine inanma, bilme ve hatta bir takım aykırı rollere kendini koyma. Bu sırada zıttına gidildiğinde herşeyi daha da beter bir hale sokma. Anneminki duygu durum bozukluğu. Tanrının karısı olma ya da tüm dünyanın sadece kendi beynini ele geçirip onu izlemek için bir deneye soktuğunu düşünmek gibi şeyler, durumun vahameti açısından net örnekler elbette. Bunlar benim annemin ağır atak durumları.
Filmdeki aile de çocuklarını çok boktan bir şeklide kaybettikten sonra psikolog kocanın karısını korkularıyla yüzleşmeye ormana götürmesi ve orda herşeyin daha da mındar olması şeklinde ilerliyor.
Şiddet sahneleri çığlık atmama fazlasıyla yetti. Makas sahnesini çekmeyeydi iyidi, içime kaçtım:(
Çekimler bilerek amatörlük serpiştirilmiş gibiydi. Ormanın içindeki insanların peydah olması sahneleri de bence başarılıydı çoğu zaman, bir tek en son hepsinin kıyafet giyip gittiği sahne tam olmamış, yüzler bölgesel bulanıklaştırılmıştı. O çirkin olmuştu bence.
Başta ve sonda çalan müzik kimindi/neydi acaba, onlar çok iyiydi  yaa!

3 Ekim 2011 Pazartesi

bugün

  • Harika bir hafta sonunun ardından haftaya sert bir giriş yapmam ve staj defterimden kurtulmam gerektiği beynime nakşoldu.
  • Derse gelemeyen hocalarımızın bu durumu bize haber verme zahmetine katlanmamasını bir kez daha anlayamadım. Sınıfı terketmekte zorlandık.
  • Ozon tabakasındaki 2 milyon kilometre kare büyüklüğündeki deliği farketmişler. 
  • Altın nihayet tekrar yükselişte, şuan gramı 99,57 TL görünüyor.
  • Hava açıktı. 
  • Annem tel kırma kursuna başlayacakmış.
  • Milan Kundera'nın Varolmanın dayanılmaz hafifliği beni çok sardı.
  • bir zamanlar anadolu'da ya gitmeyi çok istiyorum ama 14 lira nedir yaa! ayıptır ayıp.
  • Kansızlık mı başladı yoksa grip falan mı olacam bilmiyorum, devamlı uyuma isteği içindeyim. Belki mevsim değişikliği belki de oda arkadaşımın güzel güzel uyuması beni de imrendiriyor.

28 Eylül 2011 Çarşamba

bugün

  • Betonarme projemi dikkatlice ilk defa inceledim. 
  • Staj defterimi yarıladım
  • Annemle babam resmen boşandı
  • Çay içme rekoru kırdım
  • İlk defa kapuska yaptık (çok güzel oldu)
  • Bilgisayarımın kulaklığının bir tarafı bozuldu, fazladan bir tane kulaklığım vardı ama bulamıyorum. Sadece tek kulağın işitebilmesi korkunç bir şey.
  • Balyajın ne kadar pahalı olduğunu bir kere daha farkettim. para ürkütücü ama güzel.

TURŞU

Evet bunu yaptık. Pazara gittik, turşuluk malzemeleri aldık ki 4 levent pazarı bu konuda gayet yetersizdi. Okula bu poşetlerle giriş yaptık. Sirkeler kaya tuzları falan eveeeeet.
Yurda da böyle girdik, ve hiç vakit kaybetmeden kolları sıvadık. Elbette bu ilk deneyimimiz olduğundan  mütevellit bir takım aksilikler olmadı değil. Bir kaç tabak çanak kırdık. Ve zafere giden yolda her şey mübahtır  da demedik yani, her yerel duygularla donanmış Türk kızı gibi "nazar çıktı nazar" dedik :)



Efenim, ben karışık turşu yaptım. Şöyle ki, kırmızı biberi halka halka doğradım, turşuluk salatalıkları yıkadım, tatlı ve acı biberlerimi yıkadım, hemen yanımda lahana turşusu yapan arkadaşımın  haşladığı lahanalardan da azcık çaldım. 2 baş sarımsak soydum, acurları da yıkadım. Bu saydığım turşuluk sebzeleri kavanoza yerleştirdim sıkı sıkı. Sonra neredeyse yarısına kadar dolacak şekilde üzüm sirkesi koydum içine, geri kalan boşlukları da bir kapta ayrıca hazırladığım su ve kaya tuzu karışımıyla doldurdum. Su tuz oranına gelince tamamen içgüdüsel hareket ettim. Bir kere suyun çözebildiğinden daha fazla tuz koydum, bu kesin. Garanti olsun diye, en üstüne de katı katı tuzları koydum. Kavanozu kapamadan elbette kereviz yapraklarını unutmadım (en sevdiğim). Turşular bizi utandırmasın diye de epey bir dua ettik yaparken. Güzel sözler söyledik tutsun diye. Kavanozun kapağını kapayınca bir süre ters çevirip beklettik, sirkeyle tuzlu su karışsın diyerekten. Şimdi de turşuları düşünmeden edemiyoruz. Acaba nasıl olcak diye çatlıyoruz meraktan. Açınca yine yazarım.

24 Eylül 2011 Cumartesi

emrah serbest'ten seçmeler

“Aslında o kadar da önemli biri olmadığımızı anladığımızda neden üzülüyoruz ki?” diye sormuştu o gece. “Bunun temel bir aydınlanma anı olması gerekmez mi? Hepimizi önemli insanlar olduğumuza inandırdılar. Sonra da çekip gittiler.”
                                                                                                               ("mütevazı hakikatler"den)
                                                                                                                                                             insan ziyan olmak için yaratılmıştır
Bir isteğimiz karşılandığında mutlu olmayız. Geçici bir mutluluk yanılsaması yaşarız. Bir istek her zaman başka bir isteği doğurur. Sırada ne olduğunu asla bilemeden, kör isteklerin peşinde manasızca yürüyoruz. Hedef, amaç, vizyon, kariyer. Bu manasız yürüyüşte bizi teselli etmek için uydurulmuş kelimeler. Schopenhauer çok basit bir şey anlattı. Dünyaya hoş geldiniz orospu çocukları dedi. İnsan ziyan olmak için yaratılmıştır. (Belki de bu yüzden geç anlaşıldı. Kant harıl harıl okunurken onun başyapıtı İrade ve Tasarım Olarak Dünya, iki yüz adet sattı. Çünkü insan zihni basit şeylerden ziyade komplike şeyleri anlamaya müsait.) Her neyse. Şunu anlattı Schopenhauer: İnsan düşünenden ziyade isteyen bir varlıktır ve isteklerinin sonu asla gelmez. Aklıyla bir dünya kurmuştur ama onu yöneten bedenidir. Kant’ın dediği gibi aklı değil. Beden de kör bir iradeye tabidir. Bu iradenin de nereden gelip nereye gittiğini asla bilemezsin.
Joshua Ferris’in Bilinmeyen romanı da bunu anlatıyor. Bir avukat durup dururken yürümeye başlıyor. Her şeyi bırakıyor ve sadece yürüyor, yorulduğu yerde uyuyor. Bedeni aklını ele geçirmiş, kör bir iradenin peşine takılmış yürüyor. Nereden geliyor bu yürüme dürtüsü, bilinmiyor.
Bir istek başka bir isteği doğuracaksa ve biz sonunda hep mutsuz olacaksak neden istemeye devam ediyoruz. Bilinmiyor. Geçen gece sokakta bekledim. Kar altında, kapalı kapılar önünde, saatlerce. Köpekler geldi beni ısırdı. Neden? Bilinmiyor. Koltés bir oyununda, “Hayır diyen insan hâlâ biraz mutludur,” diyordu. Ne demek istediğini yeni anlıyorum. 
Mutluluk bir vazgeçiştir ve çok ender rastlanan bir ruh dinginliğidir.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
İnsan en az üç kişidir. Kendisi, olmak istediği kişi ve aradaki farkta yaşayan üçüncü. En sahicisi de bu üçüncüdür. Olmak istediğin kişiden kendini çıkardığında, aradaki farkta yaşayan kişidir en çok sana benzeyen. Ne kendin kadar huzursuz ne de olmak istediğin kişi kadar hayalidir o. Yine bu yüzden iki insanın birbirine âşık olması en az altı kişi arasında geçen bir hadisedir. Hangi kişiliğinin hangi kişiliğe, hangi parçanın hangi parçaya özlem duyduğunu çözemediğinde, içmeyi unuttuğun sigara parmaklarını yakana kadar karşı duvara bakarsın    
                                                                            ("kapanış konuşması"ndan)                                                                                                                                                                             

23 Eylül 2011 Cuma

bana acayip gelen isimler listesi

Öncelikle duyduğumda bu yorumu kimsenin suratına yapamamak çok acı. Hakaretamiz olmak istemem elbette, sadece bazısı sırf söylenişi yüzünden, bazısı anlam bakımından, aşağıda sıraladığım/sıralayacağım isimler bana hep garip gelmiştir. Çocuklara isim koyarken biraz daha düşünmeli arkadaşım, özellikle o çocuğun geleceğini de lütfen:

1-     Özet (neyin?)
2-     Hıncal (neyin?)
3-     Rehber  :))
4-     Börçen (aslında karlar kraliçesi demekmiş, bana sadece söyleniş açısından hoş gelmiyor)
5-     Tamam
6-     Kutsal
7-     Kaynak :)) 
8-     Çisem (çişim der gibi geliyor işte napıyım!)
9-     Gökbüke (söylenişi de çok zor)
10-   Güçal
11-   Özen (kime?)
12-   Bedel (neyin?) :((
13-  Onaycan
14 - Alpagut
15 - Şansım
16 - Kalbiye
17-Orosgül
 (çok aradım nedir bu diye; orus: baht, saadet demekmiş.Ordan esinlendiler herhalde. ama böyle talih de olmaz olsun kardeş!)
18- Yarra 
19- Polen =) (endoplazmik retukulum)
20- Yıldır
21-Ün 

... güncellenecek 

22 Eylül 2011 Perşembe

Ispanaklı Gül Böreği


4. Levent pazarında yufkaları görünce dayanamadık 5 tane sardırdık.
1 kilo da ıspanak aldık
Ama 750 gramını kullandık ıspanağın.
Güzelce yıkadık, başlarını kesip doğradık geniş bir kaba.
Biraz tuzla ovduk. Sulandı haicm azaldı. Çok mıncırılırsa küçülür, erir, dikkat.
O 750 gram ıspanağa 3 baş soğan doğradık küp küp.
1 diş sarımsak rendeledik.
Bol kırmızı pul biber kattık.
Karabiberi de unutmadık.
 Sonra her yufkayı biz 8 parçaya böldük Minik minik çok lezzetli oluyor çünkü.
Mini fırının iki tepsisine de yağlı kağıt koyduk yapışmasın diye.
Bir kaba da süt ve yağ karışımı hazırladık (tamamen göz kararıydı)
Bu karışımı böldüğümüz her yufkanın içine fırçayla sürmek için yaptık.
Karışımı sürdüğümüz yufkalara harcı da ilave ettik.
 Çok bol şekilde yuvarlayıp sonra da bir ucunu içine çevirip döndürerek güle benzettik
Tüm yufkalar bitince artan sütlü karışımın üstüne bir yumurta kırdık
Onu da böreklerin üstüne sürdük.
Önceden 100 derece ısınan fırına iki tepsiyi de koyduk
Sonra 170 dereceye ayarladık fırını
Bizim fırın sadece üstten ısıttığı için arada alttakini üste üsttekini alta geçirerek bir kaç posta uğraştık. Başında bekledik.
Sonra da yumulduk, acayip leziz oldu valla!

21 Eylül 2011 Çarşamba

bugün

Bugüne kadar nasıl yazım yanlışlıkları arasında kaldığımı word sayesinde staj defterimi yazarken acı biçimde fark ettim. (nasıl cümle bu)
Misalen ben ;

* Klavuz yazıyordum, KILAVUZ muş
*Döküman yazıyordum DOKÜMAN mış
*Misalen yazıyorum ısrarla, galiba MİSAL OLARAK yazmamı istiyor, onda net bir sonuca varamadım henüz.
*Makina yazınca otomatik olarak MAKİNE ye çeviriyor
*Hakediş yazıyorum HAKKEDİŞ olcak diyor, ama bundan kıllandım, yanlış olabilir, tdk da yazmıyor ikisi de garip biçimde

18 Eylül 2011 Pazar

Philadelphia (1993)

Tom Hanks'i (Andrew)  izlemeyeli de epey olmuştu.
Yönetmen : Jonathan Demme
Senarist : Ron Nyswaner
Film konu itibariyle oldukça dikkat çekici. Homoseksüel ilişkileri yüzünden AIDS kapmış başarılı bir avukatın işten çıkarılmasını yetersizliğine değil hastalığının öğrenilmesine bağlayarak durumu mahkemeye taşımasını anlatıyor.
AIDS hastalığına ve özellikle homoseksüelliğe olan bakış açısına yoğun olarak dokunan film oldukça etkileyebiliyor insanı.
Şirket, hastaneden kazara virüs kapan bir çalışanlarıın işten çıkarılmamasıyla da karşılaştırarak Andrew'ın içine düştüğü durumun tamamen kendi sapkın zevklerinin sonucu ve suçu olduğunu, ve zaten şirket ortaklarının bu durumdan haberdar olmadan onu işten çıkarttıklarını savundular.
Eğer AIDS yüzünden kovulduysa yasa Andrew'ün yanında olacaktı, tek mesele jüriyi ikna etmekti.
Bu Amerika'nın jüri olayına hepimiz hastayız heralde, her durumda varlar mı bilmiyorum, acaba sadece %100 kanıtlanamayan durumlarda mı devreye giriyorlar? Hakim orda "moderatör" olarak mı takılıyor hep? Ve asıl merakım bizde olsa nasıl olurdu? Yani bizde bir jüri olsa mesela ünlü Münevver Karabulut cinayeti duruşmasında nasıl değişiklik olurdu/ olur muydu? Bizde tüm yükü hakim sırtlanıyor galiba.
Neyse şimdiye kadar hiç canlı canlı mahkeme görmemiş ve hukukla ancak boşanma seviyesinde ufak tefek bilgi sahibi biri olarak bu iş kendi kör kuyumda eşelenmek galiba.

17 Eylül 2011 Cumartesi

Marley & Me (2008)

Açıkçası bir köpeğin ana karakter olduğu bir filmi en son izlediğimde haftasonu çocuk kuşağında köpeğin o kahramanlıktan bu kahramanlığa koştuğu birşeye daha fazla tahammül edilemeyeceğini anlamıştım ve dediğim gibi  o sonuncusuydu. Bir Bethowen serisi kadar bile değildi.
Böyle bir film çıkınca karşısına insanın işte tüm o sıradışı öyküleri aklımdan geçirmeden edemedim.
Ama Marley & Me çok gerçekti. Benim bir gerçek takıntım var evet, buna uymalı beğenmem için. Marley kahraman değildi, sadece bir köpekti. Her köpeğin yaşattığı sorunları yaşattı. 
İtiraf etmeliyim, bazen sahiplerinin tüm mobilyalarını perişan etmesi, hatta resmen evin içine etmesi, ve tüm bunlara rağmen onu hala çok sevmeleri biraz vıcık vıcık gelmedi değil. Hele zavallı kadının iki bakıma fazlaca muhtaç çocuğun arasında köpeğin devamlı düzeni bozması üzerine hoşgörüsünün tükendiği o sahnelerde ben olsam kesin vururdum o köpeği. Hatta ben ilk çocuğumun karnımda ölü olduğunu duysam kesinlikle ve kesinlike bunu bir köpekle aynı evde yaşamaya bağlar, onu derhal kapı dışarı ederdim. Klozetten su içen köpek gidip bunların ağzını burnunu yalıyordu yaa. Aynı yatakta yatıyordu. Çok fazla mikrobik değil mi? Gerçek olsaydı bunlar "herhalde bağışıklık kazanmışlar" derdim.Neyse "ben olsaydım " üzerinden gitmiyor tabi film ama kendimi onların yerine koymadan da edemedim. İşte bu gibi daha birçok sebep yüzünden ev içinde asla ama asla köpek beslemek istemem.
Filmde önce seyirciyi köpeğin yaramazlıklarıyla gerdiler böyle, tam zirveye tırmanmıştı, "kurşuna dizin bunu" demiştik, sonra ani bir U dönüşü yapıp duygularımızla oynadılar, her seferinde daha mükemmel bir eve sahip oldular. Kadın birbirinden şirin tam 3 çocuk sahibi oldu, havuzlu sahne mutluluğun simgesiydi adeta, nirvanaydı nirvana.
Sonra çanlar çalmaya başladı, yıllar hafif hafif geçti, köpecik yaşlandı ve sonunda öldü. Ölüm bölümünü bizi de öldürene kadar uzattılar,müzikler, ağlamalar, veterine gidip gelmeler, ölecek ama o dayanıklıdır belki ölmezler falan. Şimdi dışardan bakınca kullanıldığımı hissediyorum ama filmi izlerken boğazım düğüm düğüm gözlerim yaş yaş oldu:(
Ancak annenin yıllar geçmesine rağmen dün gibi aynı kalması çok amatörceydi, az biraz olsun, biraz kilo almış gibi, az biraz saçını değiştirmiş gibi yapabilirlerdi.
Uyarıyorum: Aileyle izlendiğinde eve bir köpek alma hevesine boğabilir, hele de çoluk çocukla seyredilirse çok tehlikeli, aman

Run Lola Run (1998)

Sanırım farkında olmadan hep yazdıklarını çeken yönetmenlerden gitmişim film seçimimde. Belki en güzeller onların arasından çıkıyordur.
Neyse senarist ve yönetmen Tom Tykwer bu filmde.
"Olmadı  baştan!" öğretisiyle çıkmaza dönen hikayeyi baştan alıp farklı yollara saparak deneme filmi.
Kızımız Lola çok zor durumdaki sevgilisi Manni'ye 20 dk içinde 100,000 Mark bulup getiremezse Manni'yi öldürülecek ya da  Manni bir süper markete silahlı soygun yapacaktır. Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık vaziyetidir. İlk akla gelen yol denenir, kız vurulur. Baştan alınır ve başka yol denenir, bu sefer Manni'yi ambulans çiğner. Son versiyonda acayip güzel bir kumarhane sahnesi vardır bu sefer ikisinin de şansı açıktır.Güzel şeyler olur.
Animasyonları 90'ların çizgi film piyasasına paralel güzellikte gitmekte, kızın bu koşuşturma da rastladığı kişilerin hayatının nasıl şekillendiğini gösteren kareler ise insanı kopartmaktadır. Ben bebekli kadının hikayelerine bayıldım.

Rembetiko (1983)

Kostas Ferris'in yazıp yönettiği bu film önce müziklerine aşık olup sonra fellik fellik arayıp bulamadığım, nihayetinde kavuştuktan sonra izlemekteki ısrarırımda ne kadar haklı olduğumu bana ispatlamıştır.
Efenim bu film 1919-1956 yılları arasını yani Yunan ulusunun en karışık dönemlerini ve bu dönemlerdeki Parya'ların müziğini Rembetikoyu baz alır.
Giriş yazısını aktarmam gerekirse;

 Anadolu'nun batı kıyılarından göç eden yaklaşık bir milyon Yunanlı mülteci, Yunanistan'ın alt kısımlarında kentsel bir sosyal düzen içinde yaşamak durumundadırlar.
 Ancak bir sınır yaşamı kabul edilen, Pire'ye has bir üslupla ve komşuları Limanın  ilk paryaları olan bir yaşam tarzına dahil olurlar. 1930 ve 40'lardaki bu aşırı kalabalık, ekonomik ve politik açıdan fakir şartlarda, Rembetiko müzik türünün popülerliği doruğuna çıkmıştır.
 Yunanistan'da Rembetiko her zaman paryaların müziği olarak bilinmiştir. Bu filmde anlatılan zaman Yunan tarihinde 1919 ila 1956 yılları arasını kapsamaktadır. Bu zaman dilimi tüm Yunan ulusu için dengesiz ve büyük bir geçiş dönemidir. 
 1922'de düşman Türkiye'ye karşı girişilen bir askeri harekat   Yunanlıların İzmir Felaketi adını verdikleri olayla sonuçlanmıştır.
Bir kere baştan belirteyim bu film sadece ve sadece müzikleri için bile izlenir, örnek olarak:

Nostaljik şeylere olan fazlaca ilgim bilmek ve merak arsızlığından geliyor galiba. Bayılıyorum böyle filmlere.
Efenim videoda şarkıyı söyleyen kişi Marika, ana karakterimiz. Elinde kemerle dayak atan onun babası, çok trajik biçimde düşen de anası, düşerken, orda bir taş var kafasını ona çarpıp ölüyor, Marika'nın koruyucusu ise Yorgo. Marika da büyüyüp güzelleşince şarkı söylemeye başlıyor annesi gibi. Bu filmdeki bütün kadınlar sahne çalışanlarıydı. Genelde hepsi depresyon takılıyordu, intihar edenler, delirenler, birbirinin ayağını kaydırmaya çalışanlar, neler neler. Zaten yaşamları da ülkeleri gibi çok çalkantılı. Başta I. Dünya Savaşı, I. Dünya Savaşı'nın sonlarında onların "İzmir Felaketi" diye andıkları bizimse "Yunanı denize döküşümüz" olarak bilinen İzmir'in kurtuluşu, tam toparlanacaklar bir de II. Dünya Savaşı, Alman işgali falan derken, Yunanlılar hep çalkantıda ve epey göç vermişler dışarıya. 
Marika'nın aşk hayatı da ülkenin vaziyeti gibi çalkantılı, bir sihirbazdan olan kızına bakamayıp, önce Yorgo'nun annesine yıktı, sonra da yatılı okula gönderdi. Kızcağız telef oldu. Marika'nın ise aşık olduğu adamlarla düzenli bir ilişkisi asla olamadı. Filmde kimin eli kimin cebinde belli değildi, bir tren durumu söz konusuydu gayet.
 Filmin sonu da kendi gibi trajikti tabi ki. 
Romanlardan sonra cenazede enstruman çalıp oynayan ikinci millet benim bu gördüğüm, çok şekerdi doğrusu. Gerçekten Rebetler arasında böyle adetler var mıydı merak ediyorum. 
Bu "bana ne" dedirten bir yorum olsa da söylemeden yapamıycığım, filmdeki en tatlı karakter Babis'ti işte.







Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali

 Yıllar boyu duyup duyup bir türlü tanışamadığım yazardı Sabahattin Ali. Biraz kurcaladım kitapları hakkında yorumları falan, Ekşisözlük'te Kürk Mantolu Madonna başlığı altında :



"insanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.

....hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. insanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden herşeyi bırakıp kaçarlar.


 ...muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ancak birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gidecekti. bir ruh ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu... biz ancak o zaman sahiden yaşamaya -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. o zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için, herşeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu"

bu pasajları okuyunca karar verdim almaya. 


Olan biten benim aşağıda bahsetmeye çalıştığım gibi düz ve klasik başlamıyor. Önce dışarıdan bir baktırıp sonra içine alıyor, o yüzden başlarda "hani kürk hani manto?" soruları gelebilir, bunlar mümkün.

Raif Bey, esas oğlan,  kendi çevresinden biraz farklı, içine kapanık, hırstan uzak ama bir yandan da çok iş becerir olması gerek birisi. Savaş zamanının adamı ve imkanları mevcut. İşi öğrenme uğruna yurt dışına çıkması, orada yaşadıkları, amacından uzaklaşması  O'na rastlaması ve onunla yaşadıkları. Hayatının şeklinin nasıl oluştuğunu yazıyor bir bir.


Zaten Sabahattin Ali'nin anlatımıyla insan üçün üzeri bir boyutta film izliyor gibi. Tabi bence. Yani sadece görüntü yok, verdiği güçlü anlatım beni bizzat Raif Bey yaptı okurken. O kadar diyorum yani, çok fena çok.
Herkeslere şiddetle tavsiye ediyorum.  

Kendine Ait Bir Oda - Virginia Woolf


 Virginia Woolf'un hayatı ve ölümü hakkında kabaca bir sürü şey okumuş ve hatta the hours u da izleyip beğenmiş olmama rağmen, onun hiçbir eserini elime almamıştım. Bu başlangıcı "kendine ait bir oda" ile yapmak istedim çünkü konu çok ilgi çekiciydi: "Madem kadınların erkekler kadar düşünme yeteneği var,
 neden Shakespeare gibi bir dahi çıkaramadınız?" sorusu.
Bu arada hatırlatayım Virginia Woolf 1882 Londra doğumlu.
Kitabın biraz daha içine girersek, yazar kadınların tarihi, kadın yazarlar, karşılaştırmalar, kadınların yazı yazması hele hele bunları yayınlamasıyla ilgili ünlü kişilerin düşünceleriyle yoğuruluyor, noktayı kendi yorumu ve bir nevi yüreklendirme yazısıyla da bitiriyor.
Kitap, insanı okurken kadınlığı yüzünden yapamadıklarıyla sarıyor, bu yüzden sakin bir zamanda okunması tavsiye edilir. Eski zamanla aramızda ne değişti diye soruyor buldum bir de kendimi. Çoluğa çocuğu karışmış kadınların hangisi gözle görülür bir başarı sahibi dedim. 

Başarıyı geçtim  ben, artık genel olarak dışarı çıktığımda gördüğüm erkeklerin çoğundan nefret eder oldum ki, onlar yüzünden birçok şeyin engellendiğinin ve  hepimizin korkarak yaşadığının farkındalığı bu kitapla biraz daha katlandı. Ama endişelenmeye mahal yok, başka şeylerle uğraşınca etkisi azalıyor elbet.

Beni saran düşünceler bi yana, yazarın kastı direkt olarak kadının zihinsel üretkenliğine, akademik başarısına yönelik, ama bana erkekler yüzünden çektiğimiz bu sıkıntıları da yeniden yaşattı işte.
Ben daima yaşam alanlarımızı kısıtlamalarına bozulacağım.
Kitaptan bir şeyler paylaşmak gerekirse, işaretlemeye değer bulduklarım:

          "Kadınlar yüzyıllardır, erkek görüntüsünü gerçek boyutlarının iki katında gösterebilen, enfes bir güce sahip büyülü bir ayna görevini yerine getirmişlerdi... Napolyon ve Mussolini, her ikisi de bu nedenle kadınların zayıflığı üzerine dururlar, çünkü kadınlar daha aşağı düzeyde olmasalardı, büyüteç işlevini yerine getiremezlerdi. Bu durum kadınların erkekler açısından gerekliliğini açıklamaya yarar."


           "Ve böylece karşı cins tarafından yerleştirilmiş olmasa da açıkça desteklenen, kadın ünlenmesini yakışıksız bulan geleneğe boyun eğmişlerdir. Kimliklerini bildirmeme ihtşyacı kanlarına işlemiştir.....bu bir toprak parçası yada kıvırcık siyah saçlı bir erkek de olabilir. Çok güzel bir zenci kadının yanından geçerken bile, onu bir İngiliz kadını yapmayı arzulamadan geçmek kadın olmanın en büyük avantajlarından biridir."


             "..Aynı yıllarda, Avrupa'nın öbür yakasında bir Çingene kızıyla ya da soylu bir hanımefendiyle istediği gibi yaşayan; savaşlara giden; kitaplarını yazmaya koyulduğunda muhteşem bir biçimde işine yarayacak çeşitli yaşam deneyimini hiç bir engelleme ve sınırlama ile karşılaşmadan elde eden genç bir adam yaşıyordu. Eğer Tolstoy evli bir hanımefendiyle "dünya denen şeyden uzak" olarak bir kır evinde yaşamış olsaydı, bundan alınacak törel ders ne denli iyi bir örnek oluştursa da Savaş ve Barış'ı zor yazardı diye düşünüyorum." 


             "Yoksul bir çocuğun İngiltere'de büyük zihinsel yapıtları doğuran zihinsel özgürlüğe kavuşma bağımsızlığını elde etmekte ancak Atinalı bir kölenin oğlundan biraz daha fazla umudu vardı. İşte hepsi bu. Zihinsel özgürlük maddi şeylere dayanır"


            "Mr. John Langdon Davies kadınları şöyle uyarıyor: " Artık çocuk istenmeyecek duruma gelinince, kadınlar tümüyle gerekli olmaktan çıkar."

Suç ve Ceza - Dostoyevski

2010 Haziran'ından beri elimde olan kitabı yeni bitirdim. Klasikleri okumaya alışkın olmadığımdan belki de. Ve tabiri caizse onu bir sürü kitapla aldattım.Lisedeyken elime Morpa Kültür Yayınlarının bir baskısı geçmişti, dayanamayıp bir kenara atmıştım. Bitirmediğim kitapları tekrar elime alma niyetiyle bu sefer İş Bankası Kültür Yayınlarından çıkan baskısıyla yeniden başladım ve bu sefer kendimi çok kaptırdım.
Çevirmenin bile romanın başında 15 sayfa yazara ve romana dair yazdığı bir dünya klasiği için naçizane fikirlerimi söylemem gerekirse:
Suç ve Ceza, bütün insan haklarını bir tarafa iterek "gereksiz / önemsiz insan" tanımının varlığını, doğruluğunu sorgulatıyor en başta. Büyük bir ergen bencilliğiyle  ve amiyane tabirle "ulan bunlar da insansa ben neyim?" derken izliyoruz Raskolnikov'u.
Ruh hastalarının atak anlarında söyledikleri şeyin doğruluğuna kati surette inanmaları ve aksini düşünenlere boğacak kadar kızmalarına benziyordu çalkantıları, buhranları.
Her hastalandığında,  her nöbet geçirdiğinde kasıldım olduğum yerde, her Sonya'ya gidişinde "yeter artık" diye dövündüm içimden.
Bütün bunlar bir yana o dönemin Rus halkı hakkında da epey bir şeyler kapıyor insan. Bu soyluluk meselesi adeta bir sidik yarışı olmuş, beş parasız bile olunsa "benim soyum sopum yeter ulen " gibi bir tavır var bu Ruslarda. Ayrıca eşi benzerine rastlamadığım derecede tuhaf dedektiflikler söz konusu, sırf psikolojik takiple katil bulunur mu yahu? hele o sorguya çekmeler... Dedim bizde olsa, her devirde, Allah yarattı demeden, kırk kere sopaya çektilerdi şimdiye kadar. Kültür ve coğrafya çok fark ediyor, gerçekleri yansıtıyorsa takdir ettim doğrusu.
Bana çok çarpıcı gelen bir kaç pasajı paylaşayım:
                 "İnsanlar doğa yasaları gereğince genellikle ikiye ayrılırlar: Aşağılar (sıradanlar), ki bunların biricik görevleri, kendileri gibi olanların çoğalmalarını sağlamak, bu işin aracı olmaktır ve kendi çevrelerine yeni bir söz söylemek yetenek ve dehasında olanlar...Birinciler , yani yani kendileri gibi olanların çoğalmasına araç olanlar, doğaları gereği tutucudurlar, uysaldırlar, boyun eğerek yaşarlar ve boyun eğmeyi severler. Bence de bunlar uysal ve boyun eğici olmak zorundadırlar, çünkü bu onların görevleridir ve burada onlar için aşağılatıcı bir durum söz konusu değildir. İkinci bölümdekilerse sürekli olarak yasaları çiğnerler, yıkıcıdırlar ya da yeteneklerine bağlı olarak yıkıcılığa yatkındırlar. Bunların işlediği suçlar, doğaldır ki , son derece çeşitli ve görecelidir; ama büyük çoğunluğu birbirinden apayrı nedenler öne sürerek, daha iyi şeyler adına şimdikinin yıkılmasını isterler....Yazımdaki suç işleme hakkını ben bu bağlamda ele aldım."


                  "Sanıyor musun ki eğer iktidara sahip olmaya hakkım olup olmadığını kendime sormaya başlamışsam, demek ki insan benim için bir bit değildir... Kimin ki aklına böyle bir soru hiç gelmez ve doğruca hedefin üstüne yürür gider, insan onun için bir bittir. Eğer ben "Napolyon olsam gider miydim gitmez miydim?" diye kendi kendimi yiyip bitirmişsem; bir Napolyon olmadığımı açıkça hissetmiş olmalıyım."


                   "Anlamıyorum doğrusu: Yolunca yordamınca bir halk üzerine bombalar yağdırmak biçim bakımından kimseyi rahatsız etmiyor ve saygıdeğer bir şey sayılyor bu! Estetik kaygısı güçsüzlüğün ilk belirtisidir!"


                  "Gururu onulmaz bir yara almıştı, bu yaraydı onu yere seren. Ah bir kendini suçlayabilse, nasıl, nasıl mutlu olurdu! ...Ama kendini son derece katı ölçütlerle yargıladığı halde, acımasız vicdanı, herkes için söz konusu olabilecek basit bir ıskalamadan başka, korkunç bir suç bulamadı geçmişinde..."

Şans Müziği - Paul Auster

Ben bu kitaba Ekşisözlük'te filmi çekilesi kitaplar başlığında rastlamış ve onu bu yüzden merak etmiştim.
Tam bir Amerikan romanı olan Şans Müziği, Nashe'in kumarbaz Jack Pozzi ile karşılaşmasından önceki ve sonraki hayatını anlatıyor.

Nashe, hayatı kötüye giderken bir mirasa konar, kızını kardeşine bırakıp yollara düşer. Hayatta amaçsızca arabayla bir yerlere gitmekten zevk aldığı kadar başka bir şeyden zevk almadığını fark ettiğinde artık miras hızla erimeye başlamıştır bile. Tam "ulan naapsam ne etsem de bu umursamaz hayatıma devam etsem, devamlı bir yerde çalışmak zorunda kalmadan nerden para bulsam?" derken Jack Pozzi'ye tesadüf eder.

Kesişen yolları, az zamanda Jack'in kendini tanıtması, Nashe'e kumar yoluyla parasını katlayabileceği fikrini verir, ne de olsa  kaybedecek çok bir şeyi kalmamıştır. Tek atımlık barutunu Pozzi'ye harcar.

Bu uğurda girdikleri maceradır zaten kitabı ilginç yapan.
Aslında bu kadar amaçsız yaşam içinde değişik bir görev de edinmiş olurlar bu maceranın ceremesini çekerken.
Kitabı açık etmemek için macerayı da anlatmayacağım ama bir çok Amerikan romanı gibi bunun da sonu beni hiç tatmin etmedi açıkçası. Kardeşim biraz daha netlik ver herşeye de öyle bitir bari. cık cık cık.
Yine de insanı meraklandırıyor tabi, bu yüzden kızıyorum sonuna.

İçimizdeki Şeytan - Sabahattin ALİ

Sabahattin Ali'yle tanıştıktan sonra devam etmemek imkansızdı. Belki öyküler yaratıcı gelmeyebilir ve karakterlerin hisleri biraz abartılı gelebilir çoğu kişiye,zaten onun en kuvvetli yanı bana göre, kareleri müthiş gerçeklikte ve detayda, detayı verirken de kamerayla bir kaç açıdan hem dışarıdaki görsel kritik şeyleri hem de karakterlerin içlerindeki evin vaziyetini harkulâde anlatabilmesidir. Okumamdan çok uzun zaman geçti ama aynı hisleri " Dokuzuncu Hariciye Koğuşu" için de hissetmiştim.

Önce vapurda Ömer Macide'yi görüp, hayatının kadını olduğunu, havadan kafasına taş düşmüş gibi büyük bir şok etkisiyle farkediyor.
Durumu açmaya başlıyo sonra yazar, Balıkesir'de başlatıyor yeniden hikayeyi, bir kızı anlatıyor, Macide'yi. Lise hayatını, okulu, müziğe ilgisini teşvik eden öğretmen Bedri'yi (romanın asıl kahramanı, iyilik ve aydınlık timsali insan), liseden sonra akrabasının yanına İstanbul'a konservatuar okumaya gidişini anlatıyor ve kim, neden, nerde gibi sorulara kabaca ama gayet oturmuş vaziyette vakıf oluyoruz.. Giderek bozulan ekonomik durumlar söz konusu her çatıda, bu romanda önemli karakterlerin hepsi kırk kanaat geçiniyor. Herkes kendini minimum bir parça olsun kandırıyor.
Ve Ömer şimdi çıkıyor asıl sahneye (beni Ömer isminden soğuttu resmen), kızı allem ediyor kallem ediyor tavlıyor, kızımız da sağolsun eve hesap verme endişesini hiç duymadan fellik fellik geziyor, üstelik artık yetim kalmış ve yaşadığı akraba evinde bir fazlalık gibi görülmeye başlamışken. Zaten ne oluyorsa bundan sonra oluyor...
Basiretsizlik, maymun iştahlılık, evlilik müessesinin gerektirdiği ihtimamı  gösterememe, bunalım falan derken, Macide acayip bir mengenenin içinde sıkışıyor babam sıkışıyor. Bir de Ömer'in etrafında "şeytan" ı dürten sürüyle ahbabı da var tabi.
Sürekli bir sorgulama haline giriyor herkes, yaptıklarını, nedenlerini, yapması gerekenleri, geleceği, her şeyi her şeyi sorgulamaya başlıyorlar.  Daha fazla detay vermeden, kitaptan seçtiğim bir kaç pasajı paylaşmak isterim:

     " "Tükürdüm gözlerimi ağzımdan boncuk gibi" mısraı üzerinde hepsi de ahmak olmayan şu bir sürü insan, ciddi ciddi münakaşa ediyor ve bu şair, kendi büyüklüğüne kendi de inanarak, minnettar gözlerle onlara bakıyor. Halbuki yüzüne dikkat etsen, ruhunun iç taraflarında nasıl külçe halinde bir yalanın saklı olduğunu görürsün. En korkunç yalan da budur.: Kendimize karşı bile kullanacak kadar pençesine düştüğümüz, bu derin ve gizli yalandır. "


   " Mesela Mehmet beyle asla Mehmet bey olarak konuşmaya imkan bulamazsın. Siyasetten bahsedecek olsan karşında şu Fransız gazetesinin veya bu diktatörün nutkunu bulursun... Müzik lafı açsan bilmem hangi gâvurun kitabı veya hangi müslümanın makalesiyle karşılaşırsın... Beğendiği yemeyi söylerken bile Mehmet bey değildir. Mühim adamların nasıl yemekleri beğenmesi lazım geldiğini düşünmeden bir şey diyemez. Çok kere iki lafı birbirini tutmamak mecburiyetindedir. Çünkü edebiyat hakkında duyup veya okuyup benimsedikleri şu müellifin fikirleri ise, tesadüfen,  müzik hakkındaki bilgileri de, dünya görüşü ve sanat anlayışı itibariyle ona taban tabana zıt bir  başka muharrirden edinmedir. 
...
Çünkü hiç birinde fikirler ve bilgiler şahsiyet haline gelmemiştir. Hiçbiri ukalalık etmek için malzeme toplamaktan başka bir şey düşünmemiştir. Hiçbiri insanı insan yapan şeyin şahsiyet olduğunu, bütün ilimlerin, bütün tecrübelerin bunu temine yaradığını anlamamıştır."


Genel olarak da "içimizde şeytan meytan yok, biz işlediğimiz kabahatleri, iradesizliğimizi ve tembelliğimizi yüzümüze vuramadığımız için böyle riyakar bir perdenin arkasına saklanıyoruz, kendimize de yalan söylüyoruz" diyor.